Pazar… Pazar… 2016/130

Pazar… Pazar…

Bazılarımız için uzunca bir bayram tatilinin son günü geldi çattı… Tatil başlarken ne kadar uzun gibi geliyor, ama her güzel şey gibi çabucak geçiyor…

Bugün biraz suya sabuna dokunacağım… Söz etmek istediğim birkaç konu var. Aslında her biri ayrı birer yazı konusu olur, ama gündem hızla değiştiği için kısa kısa değineceğim.

Öncelikle Suriyeli Mültecilere Türk Vatandaşlığı verilmesi konusu, kamuoyunu çok meşgul etti. Herkes yazdı ve yorum yaptı, o nedenle söz konusu mültecilere Türk Vatandaşlığının verilmesi halinde ülkemizde yaşanacak problemlere ayrıca değinmek veya “İyi eğitimlilerini batıya kaptırmamak” konusunda detaylı düşüncelerimi yazma gereği duymuyorum. Hepimizin yakından bildiği gibi “İyileri eğitimlileri” zaten gitti; kaldı ki, biz Türkiye olarak bu kadar aciz miyiz ki, Suriye’nin iyilerine ihtiyacımız olsun? Bizim iyilerimiz, bize yeter de artar bile; yeter ki değerleri bilinsin. Biz kendi “İyi eğitimlilerimizi” bile elimizde tutamıyoruz…

Tabii ki, savaştan kaçanlara kapılarımızı kapatmak doğru değil, (Bayramda nasıl oluyor da, geri dönüp bayramlaşıyorlar, onu da anlamak çok zor…) ama tek çözüm de bu insanlara Türk vatandaşlığı vermek olmasa gerek. Bu insanlara Türk vatandaşlığının verilmesinin ardında siyasi nedenlerin olduğunu tahmin etmek zor değil, ama bilinmelidir ki, politika kısa vadeli taktiklerle değil, uzun soluklu stratejilerle yapılır. ABD gerek iç, gerekse dış politikasını 30-40 yıllık zaman için planlanladığını, Almanya’nın veya Japonya’nın da en az o kadar süre için stratejik plan yaptığını söylesek sanıyorum yanlış olmaz. Bizde ise çok kısa vadeli taktiklerle böyle kararlar verildiğini görmek, ürkütücü oluyor. Neredeyse bir Avrupa ülkesi nüfusuna yakın, yaklaşık 3 milyon Suriye’li mülteciye Türk vatandaşlığı vermenin getireceği sosyo ekonomik, demografik, kültürel, politik, istihdam, işsizlik… vs. sorunları ne yazık ki 10 yıl sonra daha net fark edeceğiz. O zaman da iş işten geçmiş olacak… Bu arada ilk etapta sadece 30 – 40.000 Suriye’li mülteciye vatandaşlık verileceği duyurulduğu halde, bu sayının bu kadarla kalmayacağını geçmiş dönemlerde göçmenleri kabul ederken yaşadığımız deneyimlerden biliyoruz.

Peki, ne yapılabilir? Türk vatandaşlığı verilmez, 3 yıllık “Geçici ikametgâh” verilebilir. Savaş bittiğinde, geri dönerler. Savaş bitmezse de, her yıl bu ikametgâh uzatılır, ama vatandaşlık verilmez. Bu 3 yıl içinde gerçekten Türkiye’ye katkı yapacak bilim insanı olursa (ki bence çok zor bir ihtimal) o insanlara vatandaşlık teklif edilebilir, tabii bu arada o insanlar da batı ülkelerine gitmezlerse. İşte bir ara çözüm! Tabii ki amaç gerçekten savaştan kaçan insanlara yardım etmekse… Benzer uygulamalar birçok ülkede mevcuttur, örneğin ABD kimseye hemen vatandaşlığını vermiyor, belli şartlara sahip olanlara önce “Green Card” uygulaması yapıyor. Bu arada “Hülle” evlilikler de takip edilmekte, gerekirse vatandaşlık iptal edilmektedir. İsviçre vatandaşı olabilmek için 11 yıl orada ikâmet etmek gerekiyor, sonra vatandaşlığa başvurma hakkı elde ediliyor. Başvurudan sonra da bazı kantonlardaki uygulamalara göre, başvuru sahibi komşularının oyları ile vatandaşlığa hak kazanıyor.

Bir başka konuya geçiyorum…

Ekte fotoğrafını gördüğünüz haber 08 Temmuz 2016 Cuma günü Hürriyet Gazetesi’nin Sanat Sayfasında yayınlandı. “Bayram Tatili Operayı Vurdu” başlıklı haberde 7. İstanbul Opera ve Bale Festivali’nin 02-16 Temmuz tarihleri arasında yapılmasına karar verildiği, ancak seyirciden çok sahnede, sahne gerisinde sanatçının olduğu ifade ediliyordu. Ayrıca terör nedeniyle Bulgar bariton Kiril Manalov’un terör nedeniyle gelişini son anda iptal ettiği de belirtilmişti. Sanki insanların opera açılışı yerine tatili tercih etttiği anlatılmak isteniyordu. Bence zaten çok az sayıda olan opera seyircisi, doğal olarak bayram tatilini değerlendirerek İstanbul dışına çıkacaklardı. Bu yeni bir olgu değil ki; her bayramda (Özellikle opera seyircisi olan hedef kitle) insanlar şehir dışına gitmektedirler. Bunu tahmin edememek, resmen bir “Yönetim miyopluğu”dur. Bu organizasyondaki başarısızlığın nedeni planlamayı yapan yöneticilerin öngörü yapamamasıdır. Bu tür planlamalar yapılırken, takvime bakılarak, o tarihlerde etkinlikle çakışacak diğer etkinliklere bakılır ve ona göre bir planlama yapılır, gerekirse festival tarihi daha ileri bir tarihe ertelenir. Zaten opera veya sahne sanatlarının sezonu da Eylül ayında başlar. Yaz aylarında böyle etkinliklere pek az insan gider. Üstelik de tam o tarihlerde insanlarda sıcağı sıcağına terör korkusu ve Fransa’da Avrupa Futbol Şampiyonasının çeyrek ve yarı final maçları varken.

Avrupa Futbol Şampiyonası diye yazınca, doğal olarak yeni bir konu açılıyor.

Bu kez Avrupa’lıların oynadığı futbolun güzelliği değil, seyircinin güzelliği dikkatimi çekti. Taraftarlar tribünde kendi ülkelerinin formalarını giymiş, ya da renklerine bürünmüş olarak, rakip takımın seyircileriyle yanyana oturuyorlardı. İki ülke taraftarları karışık oturdukları halde, birbirlerine saldırmadan, tekme tokat ya da yumruk yumruğa girişmeden kendi ülkelerinin takımlarını desteklediler. Özellikle Fransa ve Almanya maçının taraftarlarının birbirlerine olan saygısı görülmeye değerdi. Arada münferit olaylar da oluyordur mutlaka, ancak TV ekranına pek yansımadı. Bunları görünce haliyle “Neden bizde döner bıçakları ile maç seyretmeye giderler?” diye sormadan edemiyorum… Bence futbol kadar, seyircilerden de öğreneceğimiz çok şey var!

Bayram tatili bitti, dönüş başladı diye yazıma başlamıştım, aynı konu ile bitirmek istiyorum. Ancak ne yazık ki “Bayram dönüşü” ülkemizde trafik çilesi ve kazalar anlamına gelir…

Trafik düşündürücü ve üzerine eğilmemiz gereken başka bir konu. Bizi sıkıştıran, makas atarak hızla akan arabaların arasından geçip giden veya tehlike yaratan sürücüleri gördüğümüzde, ister istemez “Kaza sana müstahak!” diye içimizden geçirmişizdir. Yine de kazaları görünce ya da okuyunca içimiz burkulur. Birkaç saat daha fazla tatil yapmak uğruna erken yola çıkmak yerine son saatlere kalmak ve trafikte sıkışınca, geç kalma endişesiyle hızlı kullanmak, hatalı sollama yapmak başlıca kaza nedenlerindendir. Ayrıca uykusuz araç kullanmak, uzun yol deneyimi olmadan yola çıkmak, trafik kurallarına uymamak ve benzeri birçok nedenden dolayı her bayram dönüşünde yüzlerce trafik kazası olmakta ve yüzlerce can kaybetmekteyiz. Bireysel olarak biraz daha duyarlı ve dikkatli olmak zorundayız. Trafikte son yıllarda motosiklet kullanıcıları da artmıştır; dikiz aynalarını özenle kullanmalı, dönüşlerde mutlaka sinyal verilmeli ve en sağ şeritte motosikletlerin olacağı unutulmamalıdır. Bir de 12 yaşından küçük çocuklar ön koltuğa oturtulmamalıdır; hele annelerinin kucağındaki bebekler asla… Ehliyet verirken daha fazla özen gösterilmeli ve daha kapsamlı eğitim verilmelidir. Okullarda trafik eğitimi zorunlu ve daha kapsamlı olmalıdır.

Birkaç sözcük de Motosiklet kullanıcılarına, kask, koruyucu dizlik ve sırtlık takmadan trafiğe çıkmayınız, sürat yapmayınız ve araçların arasından delice geçmeyiniz. Maalesef ülkemizde araç kullananlarda motosiklet kültürü eksiktir. Son yıllarda motor kazasından hayatını kaybeden o kadar çok insan var, bunlardan ders alınız. Şehir içinde araçların arasından delicesine geçen, kırmızı ışık, ters yol vs. dinlemeyen motosikletli lokanta servis veya kurye elemanlarına söyleyecek çok fazla şey var; ama onların da eğitim seviyeleri çok düşük olduğundan anlamaları mümkün değil. Bunların sorumlulukları tamamen çalıştıkları restoran işletmecilerine ve yöneticilerine aittir. Gereken eğitim verilmeli, uyarılar yapılmalı ve kasklarına takılacak kameralar yardımı ile denetlenmelidirler.

Bu Pazar sabahı sanki biraz içimi boşalttım gibi oldu; uzunca bir tatilde eğitim veya ders olmadığı için pek fazla konuşamadım diye yazıya döktüm sanki 

İyi Pazarlar…

2016/130

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir