SALI SOHBETİ – 20

ŞALGAM SUYU KİMİN?

Adana’ya yapacağım seyahat öncesi, şirkette numunelerimi, sipariş föylerini ve benzer malzemeleri çantama koyuyordum. İlk defa Adana’ya gidiyordum ve herkesin överek bitiremediği “Asmaaltı Kebapçısı”nı çok merak ediyordum. Ertesi gün sabah uçağıyla hareket edecektim, sekreter kız uçak biletimi bana teslim etti. Şirkette son hazırlıklarımı yaptım ve çıkmadan kısa bir süre önce Genel Müdür Yardımcısı Nabi Bey’le karşılaştım. Her zaman bana hitap ettiği gibi ve gülümseyerek “Mister Okay, yarın Adana’ya gidiyormuşsun. Bize de şalgam suyu getirirsin artık” dedi.

O zamana kadar şalgam suyunu epey duymuştum, ama nedir bilmiyordum. Şimdilerde neredeyse bütün marketlerde satılan şişelenmiş markalı şalgam suyu, o zamanlar sadece bazı şarküterilerde markasız olarak bidonlarda satılıyordu, bunu da sonradan öğrendim. Madem müdürüm böyle bir şey istemiş, artık getirmesem olmazdı.

Adana’da dört gün kaldım. O zamanki Bölge Müdürümüz
Recai Bey’le birlikte tüm perakendeci müşterilerimizi dolaştık, beni hepsiyle tanıştırdı. Bir gün Mersin’e, bir gün de İskenderun’a gittik. Gerçekten bu bölgenin insanları inanılmaz sıcakkanlı ve dost canlısıydılar. Her müşterimizde inanılmaz ikramlarla karşılaştık. Müşterilere öğle saati uğradığımızda, daha bize sormadan Adana dürümler sipariş verildi ve hep birlikte yedik.

Ziyaret ettiğimiz parfümeri, ıtriyat deposu veya eczanelere yeni lansmanını yapmış olduğumuz ürünleri anlattım ve siparişlerini almaya çalıştım. Ben bütün ciddiyetimle işimi yaparken, çoğu müşteri, “Yahu, kardeşim boşuna nefesini yorma, buraya kadar gelmişsin, Recai Abimiz de gelmiş, bu malı mecbur alacağız” benzeri cümleler kurdular. Hayatımın en kolay siparişlerini aldım.

Zaten Recai Bey öyle güzel diyaloglar kurmuştu ki, bölgedeki tüm müşterilerle neredeyse akraba gibi olmuştu. Çoğu birbirine “Kirve” diye hitap ediyordu ve bu “Kirvelik” meselesi meğer çok önemliymiş. Sünnet olan bir çocuğun masraflarını karşılamayı kabul eden, aileye yakın biri “Kirve” oluyor. Sünnet olan çocuk ve babasıyla hayat boyu sürecek bir bağ oluşturuyorlar. Çocuk ne zaman başı sıkışsa veya danışacak bir konusu olsa kirvesine gidiyor. Kirvelik Güneydoğu bölgesinde işte böylesine önemli bir kavramdır.

Bölge Müdürümüzün kurduğu bu yakın ilişkiler, her zaman yaptığı satışlara yansıdı ve kendisi hedeflerini her yıl tutturdu. Daha sonraki dönemde, bizim şirketten ayrılıp, kendi şirketini kurduğu zaman da tüm bölgedeki müşterilerin kendisine destek olduğunu yakından biliyorum. Ayrıca bizim şirketten ayrılırken de, bölgesini devrettiği Rıfkı Bey de, hiç sorunsuz ve başarılı bir bölgeyi aynı çizgide götürmeye devam etti. Yıllarca bu bölgeye gidip, geldim ve ben de bu sıcakkanlı insanlarla dostluklar kurdum. Ne kadar hatırşinas olduklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Örneğin, o dönemde ben henüz acemi bir satıcıyken, kendisi de orta ölçekli bir ıtriyat toptancılığı yaparken tanışmış olduğumuz Berkuk Yıldar ile dostluğumuz hâlâ devam etmektedir. Şu aralar rakip bir markanın tüm Güneydoğu bölgesinin dağıtıcılığını üstlenen dev bir organizasyona sahip olan Berkuk Bey’i, her Adana’ya gittiğimde ziyaret eder, mutlaka bir çayını içerim. İşlerini ne kadar büyütmüş olursa olsun, hâlâ o 20 yıl öncesinin alçak gönüllüğünü korumakta olduğunu görmekteyim. Geçen yıl kendisine yaptığım ziyarette, “Senden sonra ben de Tarsus’a gideceğim, bir müşterimin oğlunun sünneti var, kirve olduk” demişti. Aynı gelenek devam ediyordu ve bazı şeylerin değişmediğini görmek beni mutlu etmişti.

Çok keyifli geçen Adana seyahatim cuma akşamı sona eriyordu. Şakirpaşa Havaalanı’na gitmek üzere hazırlıklarımı yaparken, Recai Bey bana İstanbul’daki müdürlerin herhangi bir arzularının olup olmadığını sorunca, aklıma Nabi Bey’in istemiş olduğu şalgam suyu geldi. “Yoldan şalgam suyu alırsam iyi olacak” dediğimde, Recai Bey şaşkınlıkla “Şalgam suyu gitmez, ama madem istemişler, aldıralım” diye cevap verdi ve bana beyaz renk saplı bir bidon içinde şalgam suyunu getirtti. Havaalanına her zaman yaptığım gibi erkenden gittim, küçük valizimi uçağa verip, elimde James Bond çantam ve içinde şalgam suyu olan bidonumla uçağa binmek üzere hareket ettim. Uçak terminale yakın durduğu için, yolcular yürüyerek uçağa doğru hareket ediyorlardı. O zamanlar uçaklarda yer numarası verilmiyordu, erken gelen istediği yere oturuyordu. En ön sıraları genellikle uçağa binecek bakan veya milletvekilleri için boş tutuyorlardı. Erkenden uçağa bindim, henüz beş-altı kişi uçağa binmişti, hepimiz yer seçip oturmaya çalışıyorduk. Ama arkamızdan gelen çok yolcu vardı. Dördüncü sıraya oturdum, bidonu da koltuğun üstündeki dolabın içine dik olarak yerleştirdim. Uçakta ajandamdaki notlara bir göz atarım diye, ajandamın içinde olduğu çantamı da oturduğum koltuğun altına yerleştirdim. Birkaç dakika sonra diğer yolcular da gelmeye başladı, herkes çantalarını, ceketlerini koltuk üstü dolaplara yerleştirmeye başladı. Herkes yerini aldıktan sonra, hostesler kemerlerin bağlı olup olmadığını kontrolünü yapmaya ve uçaktaki yolcuları saymaya başladılar.

Uçak kalkışa geçti, biraz yükseldikten sonra, benim önümdeki yolcu birden bire “Ne oluyor yahu?” diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Bir baktım adamın üzerine koltuğunun üzerindeki dolaptan mor renkli sular damlıyor. Benim koyduğum bidon devrilmiş ve dolabın içine şalgam suyu akmıştı, inanılmaz derecede panik oldum, bu benim hatamdı. Hiç şalgam suyu, üst dolaba konur mu? Ne yapacağımı bilemedim, biri sorsa ne cevap verecektim. Önümdeki adamın ceketi şalgam suyu ile iyice ıslanmaya başladı, o arada uçak artık gereken yüksekliğe eriştiği için, hostesler geldi. Dolap kapağını açtılar ve şalgam bidonunu gördüler. Biraz daha yaşlıca olanı, tahmin ediyorum kabin amiriydi, “Kimin bu şalgam suyu?” diye sinirli bir şekilde ön tarafta oturan tüm yolculara bağırdı. Ben koltuğumda iyice küçülmüştüm, korkumdan sesimi çıkaramadım. Uçağa erken bindiğim için kimse şalgamı benim getirdiğimi görmemişti. Bir ara “Şalgam bana ait” diyecektim ki, bu kez hostes daha da sinirli bir şekilde koridorun diğer tarafında oturan, tiplerinden Adana’ı oldukları belli iki orta yaşlı beye “Sizin mi bu şalgam suyu?” daha da sinirli bir şekilde sorunca, zavallı adamlar “Yok, valla bizim değil Hostes Hanım…” diye cevap verdiler. Hostesler benden şüphelenmediler ama yüzüme biraz dikkatli baksalardı, aynı şalgam suyu gibi kızardığımı anlayacaklardı. Önümde oturan iki kişiyi kaldırdılar ve uçağın arka tarafında bir yere oturttular. Bidonu yukarıdan indirdiler, neredeyse üçte biri boşalmıştı, alıp ön tarafta kendi servis yaptıkları bölümde yere koydular. Koltuk üstü dolabın içindeki fazla şalgam suyunu emsin diye bir sürü peçete getirip, bastılar.

Uçağın koltuğu da lekelenmişti, parasını benden isterler diye iyice sinmiştim. Beni kravatlı, ceketli ve biraz de genç görünce, sanıyorum şalgamın bana ait olacağını düşünmediler. Ama onlar bilmese bile, ben çok utanmıştım ve yapmış olduğum aptallığa kızıyordum.

Son yıllarda uçaklara sıvı kabul etmiyorlar. Bence iyi de ediyorlar, sadece güvenlik açısından değil, benim gibi uçağa şalgam suyu getirmeye kalkanlara da engel oluyorlar böylece.

Uçak indiğinde, ön çıkış kapısından uçaktan inmeye başladık. Ön kısımda benim bidon duruyordu, fakat hosteslerin de gözü yolculardaydı, bidonu kimin alacağına bakıyorlardı. Elimi bidona uzattığım anda, bileğime yapışıp, “İşte şalgamın sahibini bulduk!” diyecekleri kesindi, bu yüzden gözümüm ucuyla yerdeki bidona bakarak, uçaktan indim.

Pazartesi günü şirkete gittiğimde Nabi Bey bana “Nerde bizim şalgam suyu?” diye sorunca, ben de “Şalgam suyu uçakta kaldı, ben cesaret edip alamadım, hostesler çok fena kızdı, ortalığı da batırdım…” diye başlayarak, başıma gelenleri anlattım. Ben anlattıkça Nabi Bey gülmekten krize girmişti.

Devamı haftaya Salı günü…

26 Şubat 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir