SALI SOHBETİ – 22

KAÇAK SÜSÜ VERİLEN PARFÜM

Her bölge seyahatinde, her bayide veya müşteride yeni şeyler öğreniyor insan, işte sadece bu nedenden dolayı bile, satış ekibinde çalışmak harika bir şey… Neredeyse her ay farklı bölgelere seyahatlerim oluyordu. Sanıyorum en çok macerayı Adana, Mersin, İskenderun üçgeninde yaşadım…

Adana’da İncirlik Amerikan üssü olduğu için, oradaki Amerikan askerlerinin gereksinimlerini karşılamak üzere, sadece onlara satış yapan “BX” (Base Exchange) isimli mağazalar vardı. Oradan nasıl çıkıyordu bilinmez, ama bir sürü kaçak mal, “Boşboşçular” denilen yeni veya eski Amerikan malları satan seyyar satıcılarda bulunuyordu. Bunlar ağırlıklı olarak Atilla Altıkat Köprüsü tarafında konumlanmıştı, sonradan bunlara çarşı gibi bir yer verdiler.

“Boşboşçu”nun ne anlama geldiğini yıllar sonra Adana’lı dostlarımdan öğrenmiştim. O yıllarda Türkiye’de teneke kutuda meşrubat satılmıyordu. Amerikan BX mağazalarından veya Amerikan üssünden topladıkları boş teneke içecek kutularını kumbara yapmak üzere satan bu seyyar satıcılara “Boşboşçu” ismi takılmıştı. Yıllar içinde teneke meşrubat kutusu satan bu satıcılar, ürün çeşidini de artırmışlardı.

Bu boşboşçularda aklınıza ne gelirse bulmanız mümkündü. En çok bulunan ürünler; Amerikan Aspirini, vitamin hapları, her marka giysi, basketbol topları, tenis raketleri, kişisel bakım ürünleri, kaçak saatler ve tabii ki her marka parfümdü. Bir de bu ürünleri “Bağdat Çarşısı” isminde bir çarşıda bulmak mümkündü.

Bu çarşının girişinde Bülent ve Levent kardeşlerin bir dükkanı vardı. O zamanlar Adana’da ürünümüzü en çok satan noktalardan biriydi. İki cin gibi kardeş, son derece konuşkan, iş bilir, müşterilerine inanılmaz bir ilgi ile servis veren ve çevre esnaf tarafından sevilen insanlardı. Dükkanları reyon gibiydi, müşterileri tezgahlara dışarıdan yanaşır, onlar da tezgahın arkasından servis verirlerdi. İçeride oturmak için bir bölüm vardı, oraya sadece toplu alışveriş yapan müşterilerle, benim gibi mal satmak için giden satıcılar girerdi. Oturduğumuz yerden, birkaç metrekareden oluşan dükkanı ve müşterileri izlemek mümkündü.

Yıllar önce bu dükkana ilk uğradığımda, tahminen öğlen sularıydı ve bana içinde kocaman bir Adana kebabı olan dürüm ve şalgam suyu ısmarlamışlardı. Gerçekten çok lezzetli olan bu dürümü yedikten sonra, tüm öğleden sonra midemde hissetmiş ve şalgamın vermiş olduğu hararetle akşama kadar su içmiştim. O ziyaretimde bana ısmarlamış oldukları dürüme, çok iltifat etmiş ve böyle nefis bir kebap yemediğimi ifade etmiştim. Meğer ne büyük bir hata yaptığımı, sonradan fark edecektim, çünkü yıllarca bu dost canlısı insanlara her uğradığımda, ziyaret saatine bakmaksızın, daha oturur oturmaz, Bülent Bey çırağa “Oğlum, Hakan abinin dürümünü ve şalgamını söyle çabuk!” diye seslenirdi. “Çok teşekkür ederim, yemek saatine daha çok var, 1 saat önce kahvaltı ettim… Sonra yesem?!” dediğimde, “Olur mu hiç Hakan Abi, dürüm yemeden seni hayatta bırakmayız, zaten çok seversin! Dürümden sonra da çay içersin” diye karşılık verirdi. Ben de onları kırmamak için dürümü yer, şalgamı içer, üzerine de çay içerdim. En sonunda, otelde kahvaltı etmeden çıkmaya, önce Adana ofisine uğradıktan sonra, direkt olarak Bülent ve Levent kardeşlerin yanına uğramaya başladım. Daha ortada “Brunch” diye kavram yokken, ben 1986 yılından itibaren Adana’da kahvaltı ile öğlen yemeğini birleştirmiştim.

Sadece bir kere kendilerinden alışveriş yapan müşterilerini bile bilirler ve müşteri tekrar geldiğinde, mutlaka isimleriyle hitap ederlerdi. Bunu nasıl becerdiklerine akıl sır erdirmek mümkün değildi, buna müşteriler de şaşırırdı. Oysa çarşının girişinde bulunan bu sevimli dükkana gelenin gidenin sayısının hadde hesabı yoktu. Adana’ya başka bir iş için İstanbul veya başka şehirlerden gelenler bile, mutlaka bu çarşıya uğrarlardı, çarşıya girmek için de bu dükkanın önünden geçmek gerekiyordu.

Mağazalarda görev yapan satış elemanlarına vermiş olduğumuz eğitimlerde, “Müşterinizin ismini öğrenmeye gayret edin ve hatırlayacağınız bir notla birlikte bir yere kaydedin. Müşteriniz tekrar geldiğinde, ona ismiyle hitap etmeniz, müşterinin size ilgi göstermesini sağlayacaktır ve aranızda bir bağ oluşacaktır” diye öğretmeye ve hatırlatmaya çalışırız. Bu iki kardeş, bu işi tamamen içlerinden gelen bir duyguyla yapıyor ve çok başarılı oluyorlardı.

Özellikle küçük kardeş olan Levent’in müşterilerine ürünleri tanıtırken kullandığı tanımlar ve sözcükler, müşteriler tarafından gülümsenerek dinlenir ve onun satışını izlemek, bizim gibi şirketlerden gelen satıcıları keyiflendirirdi. Hatta Levent’in özel müşterileri vardı.

Bu becerikli kardeşlerin dükkanında bulunan tüm kozmetik ürünleri ithalatçı firmalar tarafından resmi olarak ithal edilen ve fatura ile kendilerine satılan ürünlerdi. Bülent Bey bana ne zaman sipariş verse, şunu söylerdi: “Bize göndereceğiniz ürünlere bandrol yapıştırmayın.”

İthal edilen tüm kişisel bakım ürünlerinde, hatta gıdalarda da böyledir, Sağlık Bakanlığı’nın izni ile ithal edildiğine dair bir “Sticker – Bandrol” (çıkartma) yapıştırmak zorundaydık. Bu bandrolde ithal izni numarası ve ithal eden firmanın adı gibi bazı bilgiler bulunmaktaydı.

Bağdat Çarşısı’na genellikle “Kaçak” mal isteyen tüketiciler gelmekteydi. Pasajın girişindeki bu dükkanda resmi yollardan ithal edilmiş ürün satıldığından, tüketiciler içerideki mağazalarda satılan kaçak kozmetik ürünlerine rağbet ediyorlardı. Ürünlerin üzerinde böyle bir bandrol olması, ürünün kaçak olmadığını belirtiyordu, bu nedenle de Bülent ve Levent kardeşler bazen satışta zorlanıyorlardı. Levent’in, “Ben kaçak parfümlere bakıyorum” diyen inatçı bir müşteriye fark ettirmeden, ürünün üzerinden bandrolü söküp, “Bak ablacım, bu kaçak parfüm…” diye ikna etmeye çalıştığını görmüştüm.

Çok ilginç dönemler yaşadık, kaçak mala rağbet oluyordu. Oysa resmi yollardan ithal edilenin o kadar değeri olmuyordu. Malı cazip hale getirmek için resmi olarak ithal edilmiş bir malı “Kaçak” yaparak satmak, herhalde bir tek bizim ülkemize ait bir uygulama. Diğer taraftan da, mali polis veya vergicilerin denetimlerinde, kaçak malı resmi yollardan ithal edilmiş bir ürün haline getirmek için, içerideki dükkanlarda başka tedbirler alınıyordu. Tam bir çelişki dönemi yaşamıştık…

Kanun gereği bu bandrolleri yapıştırmadan, müşterilere ürün sevk etmemiz mümkün değildi. Bu nedenle Bülent Bey her ne kadar bandrolsüz ürün talep ederse etsin, biz yine de yapıştırıp gönderirdik.

Her Adana’ya gidişimde Bülent Bey bana “Yahu, yine yapıştırıp, göndermişsiniz” diye şikayet ederdi. Ben de “Biz kanunen yapıştırmak zorundayız” cevabını verirdim. Yine de her seferinde “Bandrol yapıştırtma” diye tekrar aynı şeyi söylerdi. Daha sonraları bu cümleleri birbirimize söylerken, gülmekten kırılmaya başladık.

Devamı haftaya Salı günü…

12 Mart 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir