BİNADAKİ PİRELER
Karaca’da satış ve pazarlama müdürü olarak oldukça zor bir görev almıştım. Karaca’nın imajını yenilememiz gerekiyordu ki, yaklaşık 100 yıllık bir marka için bunu yapmak, gerçekten imkansıza yakın bir işti.
Kaldı ki klasik koleksiyonlarıyla tanınan bir markada radikal değişiklikler yapmak, işin tamamını risk altına sokmak demektir. Dolayısıyla koleksiyonun tamamını değil, ama yüzde 20’lik bir oranda bu değişikliği yapmak akla daha yatkın geldi. İşte “80’e 20” kuralı yine çalışıyordu.
Yönetim kurulunun desteği ve genel müdürüm Selçuk Beyin girişimleri ile İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri’nin düzenlemiş olduğu genç tasarımcılar yarışmasında birincilik ödüllerini alan ve sonraki yıllarda her biri kendi alanında ülkemizin en ünlü moda tasarımcılarından olacak olan Özlem Süer ve Arzu Kaprol’den Karaca için özel tasarımlar yapmalarını istedik.
Birbirinden değerli bu iki genç ve zarif hanımın bize koleksiyon hazırlıyor olmaları duyulunca, tüm Karaca çalışanları inanılmaz heyecan duymaya başladı.
Karaca yeni bir yapılanma içindeydi. Sonunda tasarımlar bitti ve mağazalarımızda satışa sunduk. Gerçekten son yıllarda alışılagelmiş klasik Karaca modellerinden çok daha güzel ve modern giysiler vitrinlerimizi süsleyeme başladı.
Bu güzel ürünleri tüketicilere de tanıtmamız gerekiyordu, bu nedenle ürünlerin sadece mağazalarda olması doğal olarak yeterli değildi. Bir katalog hazırlamamız ve dağıtmamız gerekiyordu. Koleksiyonların üretim sürecinde, katalog çekimleri de yapmak üzere ajanslarla hazırlıklara başladık. Manken ve fotoğrafçı seçimlerinin yanı sıra, kataloglarda yer alacak giysileri tespit etmeye çalıştık. Katalog çekiminden elde edilecek güzel fotoğraflardan dergilere ve “Billboard – Outdoor”larda büyük ilanlar vermek üzere bir plan yaptık.
En önemli işlerden birisi katalog çekiminin yapılacağı değişik ve farklı bir mekan bulmaktı. Epey değişik mekan araştırmalarından sonra, gerçekten çok farklı bir mekan bulduk. Fotoğrafçılar ve kataloğu hazırlayacak olan tasarımcılar ile birlikte binayı görmeye gittik.
Sonradan yıkılarak, yerine büyük bir otel yapılan, Beşiktaş sahilindeki Deniz Müzesi’nin yanında bulunan eski Schaub Lorenz televizyon fabrikasının binası, boş ve atıl bir durumda, adeta terk edilmiş bir vaziyetteydi.
Bu kocaman alana yayılmış dev bina bu iş için inanılmaz güzel bir mekandı. Dört katlı binanın ortasında çok büyük bir avlu vardı. Büyük pencereler, yüksek kapılar ve geniş merdivenler yapının zamanında çok heybetli olduğunu gösteriyordu. Bazı alanlarda ve koridorlarda hâlâ televizyon fabrikası olduğu dönemden kalma uyarı tabelaları bulunmaktaydı. En alt katı ise uzun yıllar tütün deposu olarak kullanılmıştı. Ancak bina çok uzun yıllar kullanılmamış, boş duruyordu. Hemen hemen tüm camları kırılmıştı, duvarların sıvaları dökülmüş, yıllarca binanın içine yağan yağmur ve rüzgarların etkisi ile bazı duvarlar yosun tutmuştu. Kırık camların arasından görülen boğaz ve kız kulesi manzarası insanı büyülüyordu. Binadan ayrılırken binanın bekçisi yanıma geldi ve “Abi, binada çok pire var, haberin olsun…” dedi.
Ne de olsa binanın alt katı yıllarca tütün deposu olarak kullanıldığından pire olması da doğaldı. O an bu uyarıyı pek ciddiye almamıştım, en alt katta bulunan pirelerin bize ne gibi bir zararı olabilirdi ki? Kaldı ki, biz çekimi üçüncü katta yapacaktık. Ancak bu uyarıya kulak asmamakla ne büyük bir hata yaptığımı sonradan anlayacaktım.
Çekimlerin bu binada yapılmasına karar verdik verdik ve gerekli anlaşmaları yaptık. Ajans görevlileri ve katalog çekim ekibi, tekrar binayı görmeye gittiler ve oradan döndükten sonra bizi aradılar ve binada pire olduğunu, bu şartlarda çekim yapamayacaklarını bildirdiler. Hatta ekipten bir-iki kişinin de kaşınmaya başladıklarını söylediklerinde, ben de Davutpaşa’daki fabrikanın ofisinde olduğum halde kaşınmaya başladım. Pire veya bit söz konusu olduğu zaman, kaşınmanın psikolojik olduğunu biliyordum, ama yine de etkilendim.
Bu pire işi yüzünden, günlerce yaptığımız planlar ve onca emek boşa gidecekti. Çekim için başka mekan aramak, bize oldukça zaman kaybettirecekti. Bu pireler yüzünden büyük bir sorunla karşı karşıya kaldık. “Keşke bekçinin uyarısını ciddiye alsaydım…” diye düşündüm; bekçi bana bunu söylediği zaman, boş bir binayı yıllardır bekleyen birinin, sohbet etme isteği olarak algılamıştım.
Ne yapacağımı kara kara düşünürken, imdadıma bizim idari işler müdürü yetişti ve “Düşündüğünüz şeye bakın, ilaçlatırız binayı” diye bana bir fikir verdi. Nasıl yaptı bilemiyorum ama belediyeyi arayarak binayı gerçekten ilaçlattı. O koca binanın ilaçlanarak pireden temizleneceğine pek inanamadım, ama neticede çekimi yapabilecektik.
Yine de çekim günü mekâna gittiğimde, her ihtimale karşılık, pantolon paçalarımı çoraplarımın içine soktum, çünkü paçalarımdan içeriye pirelerin girmesini istemiyordum. Önce çekimde kullanılacak giysileri şirketten arkadaşlarımız getirdi. Ardından ajans ekibi, fotoğrafçı, bayan ve erkek manken geldi. Işıklar kuruldu, giyinme kabini olarak kullanmak üzere bir yer ayarlandı. Yıllardır köhne duran ve kimsenin girip çıkmadığı bina, çok hareketlenmişti. Ortada çok renkli görüntüler vardı. Koşuşturan insanlar, çekim hazırlıkları ve son detayları gözden geçiren teknik ekip. Artık bir sorun yoktu, çekime başlandı.
Bu arada yanıma binanın bekçisi geldi. İçimden “Yıllardır boş binayı bekleyen şu gariban bekçiye de eğlence çıktı, fotoğraf çekimi yapacağız, adamcağızın da gözü gönlü açılacak…” diye geçirirken, bana “Müdür Bey, bu bina ilaçlandı ya, pireler buradan kaçarak, yandaki Askeri Müze’yi basmışlar, haberin ola…” demez mi?
Bu duruma güleyim mi, ağlayayım mı, ne yapacağımı şaşırdım. Söylediğinin gerçek olup olmadığını anlayamadım, ama o an benim için önemli olan, kazasız, belasız ve piresiz şu katalog çekiminin tamamlanmasıydı…
Devamı haftaya salı günü…
19 Kasım 2019