SALI SOHBETİ – 64

MEDIACAT

2005 yılından itibaren üniversitelerde yaptığım sunumlarımdan, özellikle de “Kişisel Satış Teknikleri” konulu seminerlerimden sonra, öğrenciler benden sunumumu paylaşmamı istiyorlardı. Göstermiş olduğum slaytlarda bazı cümleler ve görseller vardı, ama daha fazlasını sunum sırasında anlatıyordum.

Zaten sunumlarda uzun cümlelerin bulunması, sunum tekniği açısından doğru değildir; seminere katılanlar slaytları okumaya başlarlar ve sunumu yapanı dinleyemezler. Dolayısıyla sunumu onlara internetten göndermem çok da faydalı olmayacaktı. Dersine konuk konuşmacı olarak girdiğim sevgili arkadaşım Doç. Dr. Özlen Onurlu da bana her dersten sonra “Hakan’cığım, bunları yazman lazım” diyordu.

Öğrenciler de notları isteyince “Oturup yazayım bari” diye düşünerek, sonunda ne çıkacağını da pek düşünmeden yazmaya başladım.

Yazmaya başladıkça, yazmanın anlatmaktan çok daha zor olduğunu fark ettim. Konular derinleştikçe, daha önce almış olduğum kitapları karıştırmaya başladım. Ama bir baktım ki, bendeki kitapların çoğu yıllar önce yazılmış yabancı yazarların çeviri kitaplarıydı. Kitapçıları dolaşmaya ve “Satış”la ilgili kitapları incelemeye başladım. “80’e 20” kuralının burada da geçerli olduğunu gördüm. Satışla ilgili kitapların yüzde 80’i yabancı yazarların kitaplarıydı, yüzde 20’i ise Türk yazarlarındı.

Daha da ilginç olanı, yabancı yazarların kitaplarının çoğunun eskiden yazılmış ve çok önceki zamanın Amerika’sındaki satış tekniklerini anlatan kitaplardı. Oysa Amerika’dan coğrafi, demografik, kültürel ve yaşam biçiminden farklılık gösteren ülkemizde geçerli satış teknikleriyle ilgili yazılmış yerli yazarların kitapları çok azdı. Yerli yazarların da büyük bir kısmı kitabı çok akademik bir dille kaleme almış, günlük hayattan örneklerle donatılmış kitaplar bir elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadardı.

Son yıllarda yerli yazarların arttığını, satış ve pazarlama konularında çok faydalı kitapların yazıldığını görmek beni gerçekten mutlu etmektedir. Deneyim sahibi insanların, bilgilerini paylaşmaları ve kendilerinden sonra gelenlere deneyimlerini aktarmaları gerektiğine inanıyorum, çünkü bilgi paylaştıkça değer kazanır. Paylaşımların sadece kitap yayınlama şeklinde olması şart değil, internet üzerinden web sitesi, bloglar, Twitter, Facebook veya sosyal medyanın diğer araçlarını kullanarak da yapabilirler. Yeter ki bunu arzu etsinler.

Sonunda araştırmalarımı tamamladım ve oturdum ciddi ciddi yazmaya başladım. Haftalar sonra elimde çok güzel bir doküman hazırdı. Üniversite sıralarından beri yakından tanıdığım ve birçok yazımı basılı hale getiren Gayrettepe’deki Sürat Daktilo bürosuna gidip, elimdeki metni birkaç kopya olarak çoğalttım ve cilt yaptırttım. Artık elimde 50 sayfalık hazır bir metin vardı ve derslere hazırdım!

Birkaç hafta sonra beni yine bir üniversiteden davet ettiler. Sunumumu yaptıktan sonra öğrencilerden birkaçı anlattıklarımı nerede okuyabileceklerini sorduklarında, çıkarıp birer tane cilt yaptırmış olduğum metinlerden verdim, tabii çok memnun oldular.

Ondan sonraki derslere gitmeye başladığımda yanımda birkaç tane cilt taşımaya başladım. Ama zamanla bu iş maddi, emek ve zaman yönünden bana külfet olmaya başladı. Bir taraftan Sürat Daktilo’ya telefon açıp, yeni ciltler hazırlatıp, sonra oraya gidip teslim alıyordum.

Bazen de derse gittiğimde elimdeki cilt sayısı yetersiz geliyordu, tekrar yaptırıp, bazı öğrencilere sonradan kargoyla göndermek zorunda kalıyordum. En iyisi bu metni bir kitap halinde bastırmak diye düşündüm ve bilgisine tecrübesine güvendiğim bazı arkadaşlarımın fikrini sordum. Çekinerek “Ben bir kitap çalışması yapıyorum, ne dersiniz, basılır mı sizce? Yayınevleri kabul eder mi?” diye sorduğumda beni inanılmaz derecede motive ettiler ve desteklediler. Bunun üzerine “Kişisel Satış Teknikleri” konulu metni tekrar ele aldım ve kitap haline getirmek için kolları sıvadım.

Şirkette genç arkadaşlarımız vardı, ayrıca üniversitelerdeki sunumlarda pek çok genç vardı. Onlara “Bir kitap satın alırken nelere dikkat edersiniz?” diye sordum. Bana genellikle “Fiyatı ucuz olsun”, “Kağıdı saman kağıt olmasın”, “Okunması kolay olsun, çok akademik bir dille olmasın”, “Bölümler halinde yazılmış olsun, her akşam yatmadan bir bölüm okuyabilelim”, “İçinde görseller, karikatürler olsun” gibi geribildirimler geldi.

Hepsini dikkate alarak kitabımı yazdım ve yaklaşık altı ay sonra tamamladım. Zor bir dönemdi, gündüzleri çalışıyor, geceleri ev halkı yattıktan sonra oturup yazıyordum. Bazen öyle yazmaya dalmış oluyordum ki, günün aydınlanmaya başladığını fark etmiyordum.

Kitabın ismini “İyi Satıcı Olmak” koydum ve artık bir yayınevi bulmak için çalışmalara başlamam gerekiyordu. İyi de benim gibi hiç tanınmayan birinin kitabını hangi yayınevi basardı ki?

Evdeki kitaplarıma baktım, en iyi yazılmış iş kitapları MediaCat tarafından yayımlanmıştı. Benim de aynı yayınevine başvurmam gerekiyordu. Ama günde kim bilir kaç yazarın yayınevini arayıp “Benim bir kitabım var, yayınlatmak istiyorum, acaba kiminle görüşmem lazım?” diye sorduğunu tahmin ediyordum ve “En önemli iş santraldeki görevli bayanı geçip, editöre ulaşmam olmalı” diye düşünüyordum.

Tek bir atış şansım vardı, santraldeki görevli bayanı geçmek zorundaydım. Bir daha şansım olmayabilirdi. “Eğer editöre ulaşabilirsem, onu ikna edebilirim” diye düşünüyordum.

Şirketlerde genellikle sabahları toplantı olur, editör rahat konuşamaz. En rahat konuşacağı saat öğlen yemeğinden hemen sonraki bir saat olabilir, biraz da rehavet çökmüş olur, beni dinler diye MediaCat’i saat 14:00 gibi aramaya karar verdim.

Sonunda cesaretimi toplayarak, telefon numaralarını çevirdim. Karşımdaki ses “Kapital Yayıncılık” diye telefonu açtı. Santraldeki hanıma “İyi günler, adım Hakan Okay, bu isim size bir şey ifade etmiyor olabilir, ama bir gün tüm Türkiye beni tanıyacak; o zaman tüm yayınevleri peşimde olacak, ben ilk şansı size veriyorum. Ya beni şimdi editöre bağlarsınız, ya da hemen başka bir yayınevini arayacağım” dedim. Santraldeki bayanın önce şaşırdığını, sonra gülümsemeye başladığını hissettim, o da bana “Bir saniye sizi editörümüz Gülen Hanım’a bağlıyorum…” dedi ve telefonu aktardı. İnanılmaz bir şey olmuştu, santraldeki bayanı geçmiştim.

Sonradan adının “Canan” olduğunu öğrendiğim santraldeki hanımla sonradan tanıştık. Daha sesimi duyar duymaz, hemen tanır, “Nasılsınız Hakan Bey?” diye sorar ve hemen bağlanmak istediğim kişiye aktarırdı. Bu fırsatla kendisine buradan tekrar teşekkür eder, iyi yıl önce emekli olduğu için de huzurlu emeklilik günleri dilerim.

Gülen Hanıma ulaştığımda, işin çoğunu halletmiştim bile. Kendisine telefonda yaptığım çalışmayı aktardım, sözümü kesmeden sonuna kadar dinledi ve hazırlamış olduğum metni kendisine göndermemi istedi. Birkaç hafta sonra, mesai arkadaşım Ümit Aşkın’la birlikte öğlen yemeği yerken, Gülen Hanım beni arayıp “Hakan Bey, kitabınızı inceledik, yayınlamaya değer bulduk, müsait bir zamanınızda gelirseniz, sözleşme yapmak isteriz” dediğinde, dünyalar benim oldu. Bu cümleyi birkaç defa kafamdan geçirdim, benim için bir şarkı sözü gibiydi.

Sonrasını biliyorsunuz, ilk kitabım yayımlandı, ardından ikincisi yayımlandı. MediaCat’ten dört kitabım yayınlandı. Gülen Hanım tanışmaktan mutluluk duyduğum insanlardan biridir. O olmasa yazdığım metinler, asla bu kadar keyifli kitaplar haline gelmezdi. Teşekkürler Gülen Çetin Tankut!

Devamı haftaya salı günü…

04 Ağustos 2020

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir