SALI SOHBETİ – 26

ZORUNLU İNİŞ

Yorucu geçen Maraş seferinden sonra Adana’da otele geldiğimde, ertesi sabah için “Uyandırma” isteyip, kendimi odaya attım. Her zaman valizimi geceden toplarım ve ertesi sabah giyeceklerimi hazırlarım, fakat o kadar yorgundum ki, bunu akşamdan yapamayacağımı daha otele girdiğimde anladım. Uyandırmayı yarım saat erkene vererek, bu valiz hazırlama işini sabaha bıraktım. Bir duş aldıktan sonra, yatağa uzandım; sanıyorum ki, daha kafamı yastığa koyar koymaz uykuya daldım.

1987 yılıydı ve o zamanlar şimdiki gibi cep telefonları olmadığından, ayrıca cebin de alarmını kurma şansım yoktu. Geçmişte birçok otelde geç uyandırılmam ya da uyandırmayı unutmaları nedeniyle, çok defa telaşla otelden fırlamıştım. Bu seyahatimdeki sabah otelden çıkışım da, bunlardan bir tanesi olacaktı; tabii ki ben bunu gönül rahatlığı içinde uykuya dalarken bilmiyordum ve daha çilem bitmemişti…

Ne oldu da kendim uyandım, bilemiyorum; ama uyandığımda saate baktım ve sanıyorum saat 07:00’ye geliyordu. Uçak saat 08:00’deydi ve ben büyük bir ihtimalle uçağı kaçırmak üzereydim. Nasıl bir süratle hazırlandığımı tarif edemem, hızlı ileri sarılmış bir film gibi, çok seri hareketlerle takım elbisemi üzerime geçirdim, kravatı “Bond” modeli çantamın içine koydum ve tıraş takımı dahil ne varsa, küçük valizimin içine tıktım. Koşarak otelin danışmaya geldim ve görevliye “Beni uyandırmayı unuttunuz, uçağı kaçıracağım” diye öfkeli bir şekilde seslenerek, “Faturayı Adana Bölge Müdürlüğü ödeyecek” diyerek otelden fırladım. Bizim şirketten Adana’ya gelen tüm yöneticiler bu otelde kaldıkları için, bizi çok iyi tanıyorlardı; bu nedenle hesabı kapatmadan gitmek sorun olmadı. Zaten ben de o geceye kadar en az beş veya altı kez kalmıştım. Neyse ki, otel şehrin merkezinde ve Şakir Paşa Havaalanına sadece 10 dakika uzaklıktaydı.

O yıllarda uçak kalkış saatinden 20 dakika önce biniş işlemlerini yaptırmak yetiyordu, son yıllarda bu süreyi 45 dakikaya çıkardılar. Günlerden de cumartesi olduğu ve Adana-Ankara uçuşu olduğu için havaalanı tenhaydı. Her Adana’ya gelişimde, uçak Şakir Paşa Havaalanına doğru alçalmaya başladığında, nasıl olur da bir havalimanını bu kadar şehrin ortasına inşa ederler diye düşünmüşümdür. Ama bu kez, bu kadar şehrin ortasında olduğu için, uçağı kaçırmayacaktım.

Hemen otelin köşesinde sıralanmış, müşteri bekleyen taksilerden en öndekine atladım ve şoföre “Beni şimşek hızıyla havaalanına atıver” dediğimde yine ter içinde kalmıştım. Hızla havaalanına doğru giderken, sürekli saatime bakıyor ve “Yahu bu ne biçim iş, rahatça şöyle telaş etmeden, bir yere gidemeyecek miyim? Kahvaltı bile edemedim…” diye aklımdan geçiriyordum. O arada havaalanına geldik ve hemen koşarak Ankara uçağına biniş kartımı aldım. Gerçekten son dakikada yetişmiştim ve artık biniş kartım elimdeydi. Tek yapacağım şey, uçağa binmek ve Ankara’da işe yeni başlayan bir personel ile tanışmaktı.

Ankara’ya yeni bir satış temsilcisi işe alınmıştı, başlayalı henüz birkaç gün olmuştu. Benim de Adana dönüşü Ankara’ya uğrayıp, hiç olmazsa yarım gün bir eğitim vermem ve oradan akşam İstanbul’a dönmem gerekiyordu. Cumartesi günü ofis kapalı olduğu için yeni personele, ofisin önünde –ki ofis dediğimiz, dükkan gibi girişi olan bir mağazaydı– beklemesini rica etmiştim. Yaptığım plana göre saat 10:00’da buluşacaktık.

Acaba gerçekten saat 10:00’da orada olacak mıydım? O günü de yaşadıktan sonra, cep telefonları piyasaya çıkana kadar, bir daha kimseye şehirler arası seyahatlerde kesin saatli randevu vermemeyi kendime prensip edindim. Neyse ki, şimdi cep telefonları var da, buluşmak çok daha kolay oluyor.

Cumartesi sabahı Adana’dan Ankara’ya gidenlerin sayısı çok azdı, zaten o yıllarda şimdiki gibi uçak kullanımı da çok artmamıştı. Yakın da bir mesafe olduğundan günlük işi olanların dışında, Adana’lılar Ankara’ya gitmek için otobüs veya otomobili tercih ediyorlardı. Uçağa biniş için anons yapıldığında, tahminen 30-35 kişi kadar uçağa bindik. Herkes bir yere oturdu, ben her zaman yaptığım gibi, uçağın ön kısmında sağ taraftaki koridor koltuklarından birine oturdum. Kapılar kapandı ve hosteslerin acil durumda yapacaklarımızı göstermelerinden sonra, kalkışa geçtik.

Başımı koltuğun arkasına yasladım ve Maraş’tan beri yaşadığım bu seyahatimdeki heyecanı düşünmeye başladım. Sabah otel görevlileri tarafından uyandırılmayı unutmuş olmam da bu işin üzerine tuz biber ekmişti. Bunları düşünürken, kendi kendime gülümsediğimi hatırlıyorum. Sonra Ankara’da ofisin önünde beni bekleyen yeni personeli düşündüm. Akşam da İstanbul’a uçuşum vardı. “Ne program ama…” diye aklımdan geçirdim.

Pistten kalkışımızdan sadece dört-beş dakika sonra, arka taraftan iki defa patlama sesi geldi. Sol taraftaki motordan gelen bu patlamadan sonra ansızın uçağın dengesi değişti ve uçak sol tarafa doğru yatmaya başladı. Uçakta birden bire bir panik oldu; yolculardan “Aman Allah’ım…” veya “Eyvah…” gibi sesler yükselmeye başladı. Hostes “Lütfen yerlerinizden kalkmayınız…” diye anons etti. Uçak yana doğru iyice yattı ve yükseklik kaybetmeye başladı.

Aynı anda sola doğru bir geniş bir daire çizmeye başladı. Bütün bunlar birkaç saniyede olmaya başladı ve uçakta çıt çıkmıyordu artık. Herkesin nutku tutulmuştu. İki yanımda oturan yolcu, benim de duyabileceğim bir sesle dua etmeye başladı. Acaba düşüyor muyduk gerçekten? Aklımdan neler geçmeye başladığını tarif edemem. Bir taraftan korkmaya başladım, “Uçak çakılacak, öleceğiz galiba…” diye düşündüm, bir taraftan da Ankara’da ofisin kapısında bekleyen yeni personel aklıma geldi, ona haber verme şansım yoktu, ofisin kapısında “Ağaç” olacaktı. Adana’nın üzerine tur atmaya başladığımızı hissettik.

Bu kez pilot endişeli bir ses tonuyla kısa bir anons yaptı: “Uçağın motorunda olan bir arıza yüzünden, tekrar Adana’ya geri inişe geçiyoruz.” Uçakta korku dolu bir bekleyiş başladı, iyice alçaldık ve piste doğru inişe başladık. Uçak, hâlâ tam düz değildi, sol tarafa doğru eğik bir şekilde piste doğru yaklaştık. Pilot bu kez kabin ekibine çok kısa İngilizce bir anons yaptı, ama ne dediğini anlamadık. Yıllar sonra bunun hosteslere “Yerlerinize geçin…” demek olduğunu öğrendim.

Yolcular nefeslerini tuttular, uçakta tam bir sessizlik vardı, motorlardan ve tekerleklerin açılma sesinden inanılmaz bir gürültü gelmeye başladı, ya da bana öyle geldi. Koltuğa resmen yapışmıştım. Gömleğimin terden sırılsıklam olduğunu hissettim. “Yahu bu seyahatte sürekli kan ve ter içinde kaldım…” diye düşündüm. Açıkçası hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmedi, ama bir an için sonumun bu şekilde olacağını aklımdan geçirdim.

İyice alçalmıştık, pencereden bakınca, binaların pencerelerindeki perdeleri de seçmeye başladım. Bu arada “Dannnn…” diye bir ses duyduk, hemen ardından aynı şekilde ikinci bir ses duyduk. Her iki sesle birlikte sarsıldık. Uçağın önce sol tekerlekleri piste değmişti, ardından sağ tekerlekler piste kondu. Artık zemindeydik ve tekerleklerin pistte çıkardığı sesler duyuluyordu. Hızlı bir şekilde pistin sonuna doğru yol almaya başladık. “Ohhh… uçak yere indi” diye mırıldandım. Diğer yolcuklardan “Çok şükür… Bravo Kaptan” sesleri yükseldi. Bu kez pencereden baktığımda, itfaiye araçlarının uçağın yanında belirdiğini gördüm. Uçak yavaşladı ve durdu. Resmen kurtulmuştuk. Hostes, bu kez “Acilen uçaktan ininiz…” diye tekrar bir anons yaptı. Zaten sayıca çok az olan yolcularla birlikte, hemen yerlerimizden kalkarak, kapılara yöneldik ve uçaktan indik.

Havaalanının zeminine ayağımı bastığımda, yeniden doğmuş gibi oldum. Uçaktan terminal binasına doğru yürümemiz gerekiyordu. Uçaktan birkaç adım uzaklaştıktan sonra dönüp, uçağın patlayan motoruna baktım. Motor yanmıştı ve motorun üzerindeki metal kaplama kapkara olmuştu. Motordan hâlâ duman çıkıyordu. Hızla terminale girdik. Yolcular şaşkındı, ama bir o kadar da rahatlamışlardı. Sanıyorum herkesi bir ecel korkusu almıştı bir an için.

Uçağın etrafını teknik ekipler ve itfaiye araçları sararken terminale girdik. Bizi bekleme salonuna aldılar; çay ve kahve ikramı yapılırken, bazı yolcuların telefon kulübesine gidip, yakınlarına telefon ettiklerini gördüm. Her zaman cebimde telefon kartı olduğundan, ben de gittim ve annemi arayarak, her şeyin yolunda olduğunu söyledim. Adana’dan kalkan uçağın arıza yaparak indiğinde habersizdi. O zamanlar televizyonda bu kadar çok kanal yoktu ve haber bültenleri akşam saatlerinde yayınlanıyordu. Annem uçak motorunun havada patlayıp yandığını ve uçağın zorunlu olarak tekrar Adana’ya indiğini ancak akşam haberlerinde duyacaktı ki, o saatlerde de ben çoktan Ankara’dan İstanbul’a uçuyordum.

Birçok yolcu uçağını iptal etmişti ve Adana’dan Ankara’ya otomobil veya otobüsle gitmeyi tercih ettiler. Benimse öyle bir niyetim yoktu, nasıl olsa bir uçak kaldırıp, bizi Ankara’ya götüreceklerdi. Gerçekten de o anda öyle bir karar vermesem, belki de bende “Uçak korkusu” oluşabilirdi. Aynı gün, hem de iki defa daha uçağa binerek, yaşadığım bu stresi üzerimden attım. O an, bu çocuğun bisikletten düşmesi gibi bir duygudur, korkar ve bir daha bisiklete binmezse kullanmayı öğrenemez diye düşünmüştüm.

Sonradan alanda fark ettim ki, uçakta zamanın ünlü televizyon sunucularından Bülent Özveren ve ekibi de vardı. Cumartesi akşamları TRT’de sanıyorum “Cumartesi Akşamı” ismiyle yayınlanan bir müzik ve eğlence programını sunuyordu. Aynı gün Ankara’ya ulaşmış ve programa çıktığında, Adana’da başımıza gelen bu olayı televizyonda canlı olarak anlatmıştı.

Zorunlu inişten sonra, uçağın personeli de bekleme salonuna geldi, onlarla tanıştık. Zaten birçok yolcu, uçağını iptal ettiği için, geriye çok az yolcu kalmıştık. Bize İstanbul’dan başka bir uçağın geleceğini ve hepimizi Ankara’ya uçuracağını bildirdiler. Hostesler bizlerle, yani uçakta kalan az sayıda yolcularla sohbet ettiler ve bizlerin ne kadar soğukkanlı ve cesaretli olduğumuzu ifade ederek, tatlı sohbetlerle Ankara’ya uçtuk.

Uzun yıllar Adana’ya zorunlu iniş yapan uçağın biniş kartını hatıra olarak sakladım. Bazen geriye dönüp baktığımda, belki de o gün hayatımın en büyük tehlikelerden birini yaşadığımı düşünürüm. Kalkıştan birkaç dakika sonra motorun yanması, gerçekten bir şanstı, eğer 15-20 dakika sonra bu olay olsaydı, büyük bir ihtimalle bu kadar kolay tekrar alana inemeyecektik. Uçağın daha tam yükselmemiş olması ve pilotların zorunlu inişi, büyük bir soğukkanlılıkla başarmış olmaları sayesinde, bu kazayı ucuz atlatmıştık.

Ankara’daki ofise ancak öğlenden sonra gelebildim ve tabii ki, yeni başlayan personelin bu kadar süre ofisin önünde beklemesi mümkün değildi. Ama kendisine haber verecek imkanım yoktu, ev telefonunu da bilmiyordum. Ofisin kepenkleri kapalıydı; önünde de kimse yoktu, etrafa bakındım, kimseyi göremedim. Ofisin kepenklerine bir kez daha baktığımda, bir kağıdın sıkıştırılmış olduğunu fark ettim. Kağıdı aldım; yeni personel bana hitaben bir not yazmıştı. O zamanlar çok da fazla oturulacak kafeler olmadığı için; yeni elemanın ya bir pastane, ya da bir kıraathanede beklemesi gerekiyordu. Nitekim, sokağın köşesinde bulunan bir kıraathanenin adını yazmış ve orada beni beklediğini belirtmişti. Hemen tarif ettiği yere gittim ve onu orada buldum. Sonrası malum, başıma gelenleri ve Ankara’ya bu nedenle geç geldiğimi anlattım. Sonra birlikte birkaç müşteri ziyareti yaptık. Bu ziyaretleri yaparken, neler yaptığımı, neler söylediğimi ve nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattım.

Son yıllarda deneyimli personele, yeni personellerle birlikte çalışmalarına çok önem verilmektedir. “Birlikte çalışmak” (Work with) veya “İşi yaparken öğretmek” (On the job training) gibi kavramlar eğitimlerin vazgeçilmez bir uygulaması olmuştur. Eskiden “Piyasa”, bugünlerde ise “Saha” dediğimiz, gerçek alışverişin yapıldığı, distribütör, bayiler ve perakende noktaların bulunduğu yerleri görmek, yaşamak ve incelemek çok önemlidir. Masa başında çalışan pazarlama yöneticileri kadar, şirket üst düzey yöneticilerinin de fırsat buldukça bu ziyaretleri yapması ve saha personelinin işlerini nasıl yaptığını görmeleri gerekmektedir. Böylelikle, satış ve pazarlama ile ilgili yapacakları işlerde daha isabetli kararlar verme şansını elde edeceklerdir.

Devamı haftaya Salı günü…

09 Nisan 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir