Pazar…Pazar…
BABA OĞUL HİKAYELERİ
“RESİM YAP, BANA SAT”
Yıl 1971, Vefa Lisesi’nin orta okul kısmına başlayacağım için heyecanlıydım. Aylardan eylüldü ve okulun açılmasına birkaç gün kalmıştı. Babam beni çalışma odasına çağırdı ve eliyle “Otur” işareti yaparak, karşısındaki sandalyeye oturttu. Önündeki kitabı kapattı, gözlüğünün üzerinden bana bakarak, “Oğlum…” diye söze başladı. Sonraki yılların her eylül ayının başında aynı konuşmayı yapacaktı. Gözlerime bakarak tane tane sözcüklerle şöyle dedi: “Artık orta okul öğrencisi oldun, şimdi seninle koşulları belirleyelim; bundan böyle haftalık harçlığın 20 Lira, bununla idare etmeyi öğrenmen gerek. Ayrıca akşamları en geç saat altıda, cumartesi akşamları ise saat yedide evde olmalısın. Pazar günleri dışarı çıkmak yok, ödevler yapılacak ve ders çalışılacak…”. O kadar kararlı konuşmuştu ki, “Ama…” diyerek başlayacak bir cümle kurma cesareti bulamadan, odadan çıktım.
Ardından, benden bir ve iki yaş küçük iki kız kardeşimi odaya çağırarak, onlara da benden birazcık daha düşük haftalık harçlıklarını ve koşullarını açıklamıştı.
Her okul dönemi başladığında, bir yaş daha büyüdüğüm ve bir üst sınıfa gideceğim için, babam hem harçlığımı artırıyor, hem de hafta içi akşamları ve cumartasi günleri eve dönüş saatimi birazcık daha uzatıyordu. Ortaokul sıralarında, o zamanlar çok karışık ve güvenli olmadığı için Beyoğlu’na gitmeme izin vermiyordu.
Babamın koyduğu kurallara evde titizlikle uyuyorduk. Zaman zaman eve geç döndüğümüzde, annem durumu idare ediyor ve ortamı yumuşatarak, babamın kızmasını engelliyordu.
Liseye başlayacağım yıl yine eylül ayında babam beni çalışma odasına çağırdı. Artık gelenekselleşen konuşmayı yapacaktı ve artık lise öğrencisi olacağım için, haftalığımın daha artacağını düşünüyordum. “Otur” işaretini beklemeden, her zamanki sandalyeye oturdum, yüzümde bir gülümsemenin yayıldığını hatırlıyorum, ama bu durum biraz sonra değişecekti.
Yine tane tane konuşmaya başladı ve sözlerini şöyle sıraladı: “Oğlum, bu yıl liseye başlıyorsun. Lise öğrencilerine artık harçlık vermiyoruz. Yurt dışında lise öğrencileri bile çalışıp kendi paralarını kazanıyorlar. Sen de çalışmalı ve kendi harçlığını kazanmalısın…”. Bu sözlere çok şaşırdım, açıkçası haftalığımı artmasını beklerken, hiç harçlık almayacak olmam karşısında neredeyse nutkum tutulmuştu.
Ne diyeceğimi bilemedim, yine de ağzımdan hayal kırıklığı ile karışık şu kelimeler döküldü: “Babacım, ben daha öğrenciyim, nerede çalışabilirim ki? Nasıl para kazanabilirim?”. O ise sanki bu sözlerimi beklercesine gülümsedi ve bana “Bakalım senin için ne yapabiliriz, bir düşünelim. Bence sen güzel resim yapıyorsun, resim yaparak para kazanabilirsin. Şöyle yapalım, ben sana boyalarını, fırçalarını, bezir yağını ve tuvalini alırım, sen resim yapar, bana satarsın…” dedi.
Resim yapmayı seviyordum, orta okulda resim dersinde başarılıydım ve resim öğretmenimiz Ferhan Kulaksızoğlu, diğer öğrenciler sulu boya çalışırken, sadece beni ve yine sınıfta çok güzel resim yapan arkadaşım Nezih’i yağlı boya resim yapmaya yönlendirmişti. Nezih’le ikimiz öğretmenimiz nam-ı diğer “Ramses”in resim dersinin gözde resim dersi öğrencileriydik. Ferhan Hocamızı rahmetle anıyorum, ilk iş hayatına başladığımda, beni çalıştığım yerde ziyaret bile etmişti…
Resim konusundaki ilgimi ve yeteneğimi bilen babam, beni resimden kopartmak istemiyordu ve kendince bulduğu bir yolla, resim yapmamı sürdürmeye çalışıyordu. Tabii, onun bu düşüncesini yıllar sonra anlayacaktım. O zamanlar bunu anlayacak durumda değildim.
Ancak benim resim yapmam konusunda istekleri bitmemişti, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Sana ünlü ressamların eserlerinin bulunduğu bir kitap alacağım, o resimleri aynen yapmanı istiyorum, çünkü onların tekniklerini öğrenirsen, resim konusunda gelişirsin…”. Yani, reprodüksiyon yapmamı istiyordu.
Bu çok zor bir şeydi, zira önce kitap sayfasında bulunan orijinal tablonun fotoğrafını, kurşun kalemle karelere bölüyor, daha büyük kareleri bu kez tuvale çiziyor, sonra resimdeki figürleri tuvale kurşun kalemle büyüterek aktarıyor, sonunda ise aynı renkleri yağlı boya ile boyamak gerekiyordu.
Ama yapacak bir şey yoktu, madem harçlığımı böyle kazanacaktım, o zaman “Tamam baba…” diyerek odadan çıktım. Belki de fikrini sonradan değiştirir diye düşünüyordum.
Gerçekten de bana tüm malzemelerimi, hatta o zamanlar çok imrendiğim bir şövale de aldı ve ben tüm lise hayatım boyunca resim yaparak, babama sattım. Hatta babam, halama da söylemiş o da benden resim satın almıştı. Tabii ki bir yağlı boya resmi yapmam ve kuruması çok zaman alıyordu, bu nedenle resmi babama gösterip, daha teslim etmeden avans aldığım da oluyordu.
Klasik eserlerin reprodüksonunu yapmak çok uzun sürdüğü için, bir gün modern resim yapmaya karar vermiştim ve bir çalışma yaparak, babama göstermiştim. Tuval üzerinde karma karışık renklerin olduğu ve hiçbir figürün olmadığı resmi görünce, biraz da kızgınlıkla karışık “Bu da ne böyle?” diye sormuştu, “Babacım, bu modern resim…” diye cevap vermiştim. O da tamamen kendi hayal ürünüm olan modern resme bakarak, “Biz modern resim istemiyoruz. Bunu alırım, ama başka da almam. Sen bana yine elma, armut resimleri yapmaya devam et…” demişti.
(Devamı var)
Bu hikâye ile babacığımı rahmetle anıyor ve tüm babalar ile “Baba yüreği”ne sahip tüm insanların bu özel günlerini kutluyorum.
İyi Pazarlar…