Pazar… Pazar… 2016/107

Pazar… Pazar…

Bu hafta içinde İstanbul’un en nezih ve insanların en yoğun yaşadığı semtlerinden birinde gerçekleşen adi suç niteliğindeki tecavüz olayı hepimizi sarstı. Ne yazık ki bu ne ilk oldu, ne de son olacak. Bu olayda tek tesellimiz tecavüzcünün hemen ertesi sabah yakalanması oldu. Umarım bu caydırıcı olur ve bu tipteki canilerin bir daha bu suçu işlemelerine engel olur. Büyük şehirlerde sokaklara yerleştirilen kameralar sayesinde belki nispeten yakalanma endişesi ile böyle olaylar azalabilir, ama ya kameraların olmadığı yerlerde bu olaylar nasıl önlenecek? Ayrıca başka da bir sorun vardır, “Suçluyu şikâyet edememek…”

Kırsal alanda yaşanan böyle olaylara maruz kalan zavallı kadınların, kızların ve çocukların kendilerine saldıran, taciz veya tecavüz eden kişileri güvenlik güçlerine bildirmeleri çoğu kez mümkün olmamaktadır, çünkü bazı yörelerde tecavüz edilen kişiler toplum tarafından dışlanmakta, aileleri tarafından hor görülmekte, hatta aileleri tarafından ölüme mahkum edilmektedir. Yani çok ciddi bir çevre baskısı yaşanmaktadır. Bağdat caddesinde yaşanan olayda da aslında bunun bir benzeri yaşandı, “Kurbanı suçlamak”…

Aslında Pazar günleri sizlere keyifli bir yazı yazarak, gününüze bir nebze renk katmak amacındayım, ama böyle toplumsal olaylara da sessiz kalamıyorum, çünkü bu toplumda yaşıyoruz ve böyle adi suçları işleyen veya işleme potansiyeline sahip insanlarla maalesef iç içe yaşıyoruz.
Bu olaya başka bir perspektiften bakmak istiyorum.

ABD’li psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ni ya da başka bir deyişle “Maslow Teorisi”ni duymuşsunuzdur. Bu teoriye göre insanların belirli ihtiyaçları karşılandıkça, daha üst seviyedeki ihtiyaçlarını giderme arayışı söz konusu olmaktadır. Bir bireyin o an için en çok ihtiyaç duyduğu şeyler karşılanmadan, bir üst seviyedeki ihtiyaçlara ilgi duymayacaktır, dolayısı ile “Kişilik geliştirme süreci” tamamlanmamaktadır. Yani bir toplumda yaşayan her bireyin kişilik gelişimi, ihtiyaçlarının sırasıyla ve tam olarak giderildikten sonra mümkün olmaktadır.

Maslow, bir insanın ihtiyaçlarını aşağıdaki gibi kategorize etmektedir:
1. Fizyolojik ihtiyaçları (Gıda, su, uyku, giyinme, barınma…)
2. Güvenlik ihtiyaçları (Aile, iş, sağlık, mülkiyet güvenliği…)
3. Ait olma, sevgi, sevecenlik ihtiyacı (Arkadaşlık, dostluk, cinsellik, çevre…)
4. Saygınlık ihtiyacı (Kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı…)
5. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı (Erdem, yaratıcılık, doğallık, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü…)

Kişiliği gelişen insanların sayısı arttıkça, toplum da gelişir.

Peki, devletimiz insanların fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını ne kadar karşılayabiliyor? Eğer, bu iki ihtiyaç kategorisi tam olarak karşılanamıyorsa, insanlarımızın üçüncü kategori olan “Ait olma, sevgi, sevecenlik ihtiyaçları”nın arayışında olması mümkün müdür? Hepimizi rahatsız eden olayların gerçekleşmesinin temelinde ilk iki ihtiyacın giderilememesinin eksikliği vardır. O nedenle insanların birbirine saygı göstermeleri, hiçbir menfaate dayanmayan arkadaşlıklar, dostluklar veya sağlıklı ilişkiler kurmaları da söz konusu olmamaktadır.

Fizyolojik ve güvenlik sorunu olmayan bireylerin, sonraki ihtiyacı ise üçüncü kategoride bulunan “Ait olma, sevgi ve sevecenlik” ihtiyacıdır. Ortadan menfaat de kalkacağı için daha sağlam temellere oturmuş ilişkiler kurulur, insanlar kendi çevrelerini oluşturmaya başlarlar. Derneklere, hayır kurumlarına veya çeşitli kulüplere üye olurlar, çünkü bir yerlere ait olmak, orada sevilmek ve tabii ki sevmek ihtiyacı giderilmek istenmektedir.

Bireylerin üçüncü kategori ihtiyaçları da sağlandıktan sonra, dördüncü kategori “Saygınlık ihtiyacı”nı sağlamaya çalışan bireylerin, diğer insanlara, topluma ve çevreye karşı davranışları da değişecektir. Çünkü artık bir saygınlık söz konusudur, bireylerin kendilerine karşı saygıları, kendine güvenleri, diğer insanlara karşı saygıları oluşacaktır.

Özetle, toplumumuzda yaşayan bireylerin kişilik gelişimleri sayesinde toplumumuz gelişebilir, insanların birbirlerine olan saygıları, insana verilen değer artabilir, istenmeyen taciz ve tecavüzlerin sayısı azalabilir. Hatta kadınların aile içi şiddete maruz kalmaları ve kadın cinayetleri çok çok azalabilir. Bu tabii ki bugünden yarına oluşacak bir süreç değildir, bunun için sağlam adımların atılmasına ve zamana gereksinim vardır, ama bir yerden de başlamak lazım. “Bir toplumu kalkındırmak istiyorsanız, dedesini eğitmeniz lazım” diye söylenmiş bir söz vardır.

Buna rağmen, her türlü ihtiyacı karşılanmış, hem de aydın insanların da bazen bu tür suçlar işlediklerini duyuyoruz ve okuyoruz, bu insanların psikopat veya sosyopat olma ihtimalleri çok yüksektir. Böyleleri ne yazık ki her zaman toplumun içinde olacaktır… Her ne nedenle olursa olsun taciz veya tecavüzü haklı gösterecek hiçbir gerekçe olamaz. Cezaları ağırlaştırmak bu tür suçların işlenmesini engellemeyecektir, çünkü idam cezasının olduğu ülkelerde bile bu tür suçlar işlenmektedir. Gelişmiş toplumlarda da böyle olaylar olmaktadır. Ancak sayısal olarak gelişmemiş toplumlara göre bu tür suçların oranı daha düşük olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Peki, gelişmiş toplumlardaki böylesi suçlar nasıl azaltıldı? Bu hemen mi oldu? Tabii ki hayır. Maslow Teorisi dikkate alındı, bireylerin ihtiyaçları belirlendi. Devlet, aile ve okul üçgeni ile bireylerin kişilikleri geliştirildi. Sonuçta gelişmiş toplumlar oluştu. Ve bunu da tüm dünyayı temelinden sarsan II. Dünya Savaşı’ndan sonra başardılar; yani 1945 yılından sonra ve sadece 60 yılda… Ortalama bir insan ömründen daha kısa bir sürede tüm toplumu eğitebildiler. Bu nedenle de gelişmiş toplumlarda yaşayan insanların davranışları, kurumların kültürleri ve devletin vatandaşına olan yaklaşımı zaman zaman hepimizi hayran bırakmaktadır. Buna rağmen uyguladıkları çifte standart politikaları yüzünden bu gelişmiş ülkeleri sıkça da eleştirmekteyiz, ama bu yazımın konusu olmadığı için, hiç o konuya girmiyorum.

İnsanların fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarının giderilmesi devletin görevi iken, bireylerin kişiliklerini geliştirmeleri, dolayısı ile topluma ve çevreye karşı daha duyarlı davranmaları, ancak aile içi terbiye ve okullarda verilecek olan nitelikli eğitim ile mümkün olmaktadır.

Her şey yine toplumun en küçük, fakat en temel yapı taşı olan aile ve öğrenimin ilk basamağı olan ilköğretime dayanmaktadır.

Üzülerek görmekteyiz ki, toplumumuzda aile yapıları bozulmakta, aile kavramı derinden sarsılmaktadır. Bu durum magazin haberlerinden tutun, yerli dizilere kadar her yerde bolca sergilenmektedir. Toplumun büyük bir kısmı bunları izlemekte ve çocuklarına izlettirmekte de hiçbir sorun görmemektedir. Bu durum kişilikleri gelişmemiş bireyler üzerinde olumsuz tepkilere ve davranışlara neden olmaktadır. Sonuçlarını her gün gazetelerin 3. sayfalarında okuyoruz…

Bütün bunların üzerine ilköğretim okullarında bir yandan “Ezberleme” esasına dayanan modası çoktan geçmiş, bir yandan da yetersiz bir eğitim sistemi de eklendiğinde, kafalarımıza bir takım sorular takılıyor.

Geleceğin bireylerinin kişiliklerini nasıl geliştireceğiz? Gelecekte “Kendini gerçekleştirme” kategorisine ulaşmış, dürüst, erdemli, yaratıcı, doğal, önyargısız, topluma faydalı olmaya çalışan, çevreye saygılı, yalnız kendisinin değil, toplumdaki en küçük bireyin bile hakkını korumaya çalışan, haksızlığa karşı sessiz kalmayan, kadın erkek farkı gözetmeyen, çocuk haklarını koruyan insanları nasıl yetiştireceğiz? Doğa ve hayvan sevgisine sahip, bilime ve sanata değer veren, insan haklarını içselleştirmiş bir toplum oluşturabilecek miyiz?

Bu arada, bana gelen bazı direkt mesajlara veya e-postalara buradan bir açıklama ile toplu olarak cevap vermek istiyorum; “İşletmelerde yönetim, pazarlama ve marka” konularını Dünya Gazetesi’nde her hafta yazmaya devam ediyorum ve her yeni yayınlanan makaleyi buradan duyurmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. İlginize çok teşekkür ederim.

İyi Pazarlar…

2016/107

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir