SALI SOHBETİ – 25

MARAŞ SEFERİ

Satış veya iş ziyaretleri için Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne gidenler, Adana’dan sonra mutlaka Mersin, İskenderun ve Antakya’yı ziyaret ederlerdi. 80’li yılların sonunda, o bölgede daha çevre yolları yapılmamıştı, Adana’dan İskenderun’a otobüsle gidiş yaklaşık iki saat sürerdi. Antakya’ya havaalanının yapılması için daha 20-22 yıl geçmesi gerekecekti. O şartlarda eğer şirket o bölgede araba tahsis etmiyorsa, tüm bu şehirleri otobüsle dolaşmak zorunda kalırdınız. Ben de her Güneydoğu bölgesi ziyaretimde, Adana’dan sonra, Mersin’e günübirliğine gider, en sona İskenderun ve Antakya’yı bırakırdım.

Yine bu güzergahı yaptığım bir ziyaretimde Adana’dan çok erken bir saatte otobüse binmiş ve Antakya’daki bayimizi ziyaret etmiş ve görüşmelerimi öğlenden önce tamamlamıştım. Yine her zaman olduğu gibi, otobüsle İskenderun’a geçtim ve orada da Tamer Bey’in mağazasına uğrayarak işlerimi öğlenden sonra bitirmiştim. Bu arada Tamer Bey, İskenderun’da birkaç şubeli ve en büyük parfümeri mağazasının sahibi olmakla birlikte, otomobil ticaretine de başlamıştı. Son derece çalışkan ve iş bilir Tamer Bey, İskenderun’da siparişini aldığı otomobilleri getirmek üzere, kayınbiraderi, kardeşi ve birkaç arkadaşı ile birlikte İstanbul’a gelip, otomobilleri teslim alıyorlardı ve her biri birer arabanın direksiyonuna geçerek onca yolu kat ediyorlardı.

Bugün ise Türkiye’nin her şehrinde, neredeyse her otomobil markasının bayileri bulunmaktadır. Tüketici dilediği arabayı, renk ve aksesuar gibi seçeneklerden yine dilediğini seçiyor ve teslim alabiliyor. Demek ki, o zamanlarda otomobil şirketlerinden bazıları, tüm Türkiye’de henüz bayilik ağını kuramamışlardı. İstanbul’dan araba alıp getirmek gibi bir iş kolu oluşmuştu. Ayrıca Anadolu’daki tüketiciler, İstanbul’dan getirilirken yol boyunca kullanılmış olan ve yoldan sıçrayan taş veya toprağın kaportalarında yapmış olduğu çizik veya tahribata rağmen otomobilleri kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Bugün için Anadolu’nun herhangi bir şehrinde çok lüks otomobiller dışında, otomobil bayileri önlerindeki bilgisayar sistemi sayesinde, hangi otomobilin, ne zaman kendilerine teslim edileceğini görmekte ve müşterilerine mükemmel hizmetler vermektedirler. Gerçekten bu açıdan Türkiye’nin son 20-25 yılda geldiği aşama, o dönemleri yakından tanıyan bizler için hayret verici bir gelişmedir.

İskenderun’da işim öğlenden sonra bitince, ya erkenden Adana’ya dönecektim, ya da defalarca telefonda konuştuğum, fakat hiç gitmediğim Kahramanmaraş’taki bir bayiye gidecektim. Maraş’taki bayi adayı İbrahim Beye otogardaki telefon kulübesinden telefon açtım ve kendisini ziyaret etmek istediğimi söyledim. Her Anadolu müşterisi gibi, çok memnun oldu ve beni memnuniyetle beklediğini ifade etti. Bunun üzerine Maraş’a gidecek otobüs sordum ve otobüs saatinin çok geç olduğunu öğrenince, açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Bir şekilde Maraş’a gitmek istiyordum, ama otobüsün gidiş saati bana uymuyordu, ayrıca aynı gün tekrar İskenderun’a dönmem ve akşam geç de olsa Adana’ya gitmem gerekiyordu, çünkü Adana Zaimoğlu Oteli’nde tutmuş olduğum bir oda vardı ve eşyalarım oradaydı. Zaten ertesi gün sabah erkenden de Adana’dan Ankara’ya uçacaktım.

İskenderun otogarında bir sağa, bir sola dolanıp, Maraş’a otobüs ararken, aklıma İskenderun’da yaşayan askerlik arkadaşım Erdoğan geldi. Erdoğan’la aynı dönem yedek subay olarak askerlik yapmış olduğumuz gibi, aynı zamanda da ev arkadaşıydık, Balıkesir’de birlikte ev tutmuş ve bir sene birlikte kalmıştık. Askerlik ve ev arkadaşlığı bizi neredeyse kardeş gibi yapmıştı ve askerlikten sonra da arkadaşlığımız devam etti. Bu kez aynı telefon kulübesinden Erdoğan’ı aradım ve kendisinden arabasını istedim. Maraş dönüşü akşam kendisine iade edeceğimi söyledim. Daha telefonu kapatırken, Erdoğan’ın işyerinden arabasıyla çıkıp otogara doğru hareket ettiğini görür gibi oldum.

Bu vefalı arkadaşımla, aradan 34 seneden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen dostluğumuz devam etmektedir.

Erdoğan otogara doğru gelirken, İskenderun’dan Adana’ya son otobüsün gece saat 23:00’te olduğunu da öğrendim ve Adana’ya otobüs biletimi aldım. Tam şoförün arkasındaki koltuğu seçtim. Artık her şeyi ayarlamış, Maraş’a gitmeye hazırdım. Erdoğan otogara beyaz renk Murat 131 Şahin marka arabasıyla girdi. Birbirimize sarıldıktan ve çok kısa hasret giderdikten sonra, arabasını bana verdi ve Maraş’a hareket ettim.

İskenderun, Maraş arası iki saatten fazla bir yoldu, kamyon trafiği de fazla olduğu için yolda epey zorlandım. Akşamüstü Maraş’a vardım, İbrahim Beyin mağazası şehrin en önemli ana caddesindeydi, bulmam zor olmadı. Daha önce defalarca kez telefonda konuşmuş olmamıza rağmen ilk defa karşılaşmıştık; beni inanılmaz bir nezaketle karşıladı. Biraz sohbetten sonra, yeni bayilikleri konuştuk, siparişlerimi aldım. Daha önce sevk etmiş olduğumuz ürünlerin tahsilatını da yaptıktan sonra, bir an önce yola koyulup İskenderun’a dönmek istedim, çünkü gece 23:00’te kalkacak Adana otobüsünü yakalamak istiyordum.

O zamanlar 23:00’ten sonra İskenderun’dan Adana’ya otobüs kalkmıyordu. Üstelik otoyol da yoktu ve eski yol hem tek şeritli, hem de çok yoğundu. O şartlarda şehirlerarası yolculuk yapmak, bir taraftan aşırı zaman kaybına neden oluyordu, diğer taraftan da trafik kazaları nedeniyle çok riskliydi. Bölge ziyaretini arabayla yaparken, bir kazada hayatını kaybeden şirketimizdeki satış temsilcisi Haluk’u burada rahmetle anıyorum. Şimdi sahip olduğumuz olanakları görünce, Türkiye’nin ulaşım açısından büyük hamleler yaptığını düşünüyorum.

Ancak İbrahim Bey, her Anadolu kentinde rastladığımız olağanüstü ilgiyi göstermekteydi ve beni yemek yedirmeden göndermek niyetinde değildi. Ne söylersem söyleyeyim, İbrahim Beye laf anlatamıyordum. Mecburen yemek davetini kabul ettim, ama bir taraftan da kafamda, önce yemek, ardından kat edeceğim yol süresini hesaplıyordum. Birlikte şehir kulübüne gittik ve sohbet eşliğinde yemek yedik. Yemek uzun sürmesin diye, garsona “En çabuk ne getirebilirsiniz?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Neyse, yemeği yedik, kahveleri de içtikten sonra, İbrahim Beye veda ettim ve İskenderun’a doğru yola koyuldum.

Dönüş yolu sanki bana daha uzun gibi geldi, hava iyice kararmıştı. Yoldaki kamyonların sayısı da artmış gibiydi sanki. Uzun farlar insanın gözünü deliyordu adeta. Hızla İskenderun’a doğru araba kullanırken, gözüm sürekli kilometre tabelalarında ve saatimdeydi. Yol bir türlü bitmiyor, zaman ise çok hızlı geçiyordu. Panik olmaya başladım, çünkü aynı akşam Adana’ya dönmem ve ertesi sabah Adana’dan Ankara’ya gidecek uçağa binmem gerekiyordu. İskenderun’dan kalkacak otobüsü kaçırırsam, bütün planım suya düşecekti. Üstelik daha arabayı Erdoğan’a teslim etmem gerekiyordu. Bütün bunları düşünürken, benim heyecanıma paralel olarak arabanın sürati artıyordu. Bir ara yorgunluktan ve telaştan neredeyse kaza yapıyordum. Bir kamyonu sollarken karşıdan gelen başka bir araçla burun buruna geldim; son anda direksiyonu kırarak kurtarabildim. Terden gömleğim sırılsıklam olmuştu. “İskenderun 10 Km” tabelasını gördüğümde, otobüsün kalkmasına sanıyorum 20 dakika kalmıştı. Bir an tuvalete gitme ihtiyacım olduğunu hissettim, fakat duracak zaman yoktu, “Artık İskenderun otogarında girerim” diye düşünüp, gaza basmaya devam ettim.

Neyse, İskenderun’a girdim ve hemen otogara yöneldim. O zamanlar İskenderun otogarında yerler asfalt değildi; toz ve toprak içinde otogara girerek otobüsün yanına park ettim. Otogar boş sayılırdı. Hemen muavini bularak, şoförün arkasındaki koltuğa çantamı attım. Erdoğan’a telefon açmak üzere otobüsten iniyordum ki, muavin bana “Abi, hemen kalkıyoruz…” dedi. “Beş dakika içinde dönerim…” diye koşarak telefon kulübesine giderken, muavinin arkamdan “Abi, acele et…” diye seslendi. Erdoğan’ı evinden aradım. Şimdiki gibi cep telefonları yoktu; cebimizde hep jeton veya telefon kartı hazır olurdu. Dedim ya, o zamanlar olanaklar çok kısıtlıydı; ama yine de bir yolunu buluyorduk işte…

Erdoğan evde değildi, annesi bir düğüne gittiğini söyledi. Neyse ki, düğün salonunun telefonunu bırakmıştı. Oysa ki, ona saat 22:30 gibi İskenderun otogarında olacağımı söylemiştim.

Yolcular binmişti, otobüs kalkmak üzereydi. Otogarda bu otobüsten başka bir-iki tane daha otobüs kalmıştı. Şoför kornaya basıyor ve muavin bana gel diye işaret ediyordu. Düğün salonunu aradım, çok gürültülü bir ortamda telefonu açan kişiye “Çok acil Erdoğan Uzun’la görüşmem lazım” diye heyecanla bağırdığımı hatırlıyorum. Telefona Erdoğan geldiğinde, “Neredesin Asteğmenim, otobüs kalkıyor ya…” diye sitemle karışık, haber verdim.

Koşarak otobüse doğru gittim ve şoföre “Kaptanım, iki-üç dakika oyalan, benim tertip geliyor, arabanın anahtarını vermem lazım; idare et Allah’ını seversen…” dedim. Otobüs çalışır durumda ve hareket etmeye hazırdı. Otobüs çok kalabalık değildi. Diğer yolcuların bana kızgınlıkla baktıklarını görüyor gibi oldum.

Bu arada, çantamdan numune olarak taşıdığım parfümlerden birini çıkardım ve arabanın anahtarını da aynı elimde tutarak, otobüsün ön kapısında Erdoğan’ı beklemeye başladım. Bir ayağım otobüsün basamaklarında, diğeri yerdeydi. Gözüm ise, otogarın giriş kapsındaydı. Otobüsün kalkış saatini çoktan geçmiştik, şoför sürekli söyleniyordu. “Tamam kaptanım, bir dakika daha…” diye cevap veriyordum. Saniyeler geçmiyordu, “Off be Erdoğan, neredesin yahu…” diye düşünürken, otogara bir araba girdi ve direkt olarak bizim otobüsün yanına geldi, Erdoğan’ı kardeşi Erhan başka bir arabayla getirmişti.

Dünya bazen ne küçük, şaşırılmayacak gibi değil. Askerlik arkadaşım Erdoğan’ın kardeşi Erhan, o zamanlar tanışmamış olduğum eşimle İstanbul Üniversitesi, İşletme Fakültesi’nde aynı dönemde okuyacaklardı ve ben bunu yıllar sonra öğrenecektim. Oysa şimdi Facebook sayesinde, kim kimi tanıyor, anında öğrenebiliyoruz. Facebook iyi mi, kötü mü, bunu tartışmayacağım, ama gerçek şu ki, hayatımızı birçok anlamda şeffaflaştırdı ve kolaylaştırdı. Bunu arzu etmeyenler ise, Facebook’a girmeme seçeneğine sahip.

Artık, konuşacak zaman kalmamıştı, Erdoğan koşarak geldi, eline parfümü ve arabanın anahtarını “Eyvallah Erdoğan’cım…” diyerek, bıraktım. Zaten otobüs de yavaşça hareket etmeye başlamıştı. Ben ön basamaklardan yukarı doğru çıkarken, şoförün arkasındaki koltuğuma yığıldım; neyse ki yanım boştu, rahat gidecektim.

Artık Adana’ya gece kaç olursa olsun varacaktım, “Artık bir şey olmasın… Otele gitsem yeter, birkaç saat uyku yeter, eşyalarımı toplarım, sabah da Ankara uçağına binerim…” diye düşünürken, kasıklarımda bir basınç hissettim. O telaş içinde İskenderun otogarında tuvalete gitmeyi unuttuğumu fark ettim. İskenderun’dan yeni çıkmış, Adana’ya kadar en az iki saatlik yolumuz vardı. Şoföre ve diğer yolculara o kadar gecikmeyi yaşattıktan sonra, müsait bir yerde durarak tuvalete gitmem gerektiğini söylemeye yüzüm yoktu. “Biraz idare edeyim…” hatta Adana’ya kadar dayanmayı düşündüm, ama mümkün değildi.

Aradan bir yarım saat geçti, durumum giderek zorlaşıyordu, dayanacak halim kalmamıştı. İyice gerilmeye ve yeniden terlemeye başladım. Şoförün arkasından usulca sordum “Kaptan, ne zaman mola veririz?”, şoförün biraz sinirli, biraz da bıkkın bir şekilde “Mola yok, direkt Adana’ya gidiyoruz” dediğinde “Off, şimdi yandık işte…” diye düşündüm. Yapacak bir şey yoktu, bir yolunu bulup, otobüsü uygun bir benzinci veya tesiste durdurup, tuvalet ihtiyacımı gidermeliydim, yoksa durumum çok daha kötü olacaktı.

Çantamdan yine numune olarak taşıdığım parfümlerden birini çıkardım. Aksi gibi, erkek parfümü çantamda kalmamıştı, bayan parfümü vardı, ama ne olursa olsun iş görürdü. Arkadan şoföre doğru uzatarak “Kaptan, ben bu ithal parfümleri satıyorum, seni otogarda çok beklettim biliyorum, kusuruma bakma. Bu parfümü yengeye götür, memnun olur” dedim.

Aynadan bana bakarak, “Yahu Kardeşim, hiç gerek yoktu” dedi, ama parfümü memnuniyetle aldı. İşte şimdi şoförü “Kafakola” almıştım, gayet kibarca ve diğer yolcuların duyamayacağı bir sesle “Kaptan, ya bir ricam olacak, İskenderun’da tuvalete giremedim, durum acil, müsait bir tesiste iki dakika durabilir misin?” diye sordum. Daha sözümü bitirmeden, şoför “Ayıp ettin kardeşim!” diyerek, sağa çekti, otobüsü durdurdu ve el frenini çekti.

Bu ani duruş karşısında diğer yolcular telaşlandılar ve koltuklarından dikilerek, “Ne oldu?… Neden durduk?” sesleri ve bana kızgın bakışları arasında ön kapıdan indim. İskenderun otogarından benim yüzümden gecikmeli kalkmıştık, şimdi de otobüs benim yüzümden durmuştu.

Otobüsten telaşla indim, ama etrafta değil bir tesis, ağaç bile yoktu. Yolun kenarında dursam, tüm yolcular beni görecekti. Neyse ki, hava karanlıktı, otobüsün arka tarafına geçtim, arkadan gelen arabaların ve kamyonların farları arasında ihtiyacımı giderdim. “İyi ki erkeğiz, bu işi kolayca hallediliyoruz” diye aklımdan geçirdim ve yeniden otobüse binerek “Eyvallah Kaptan, hadi bas gaza…” diyerek, koltuğuma gömüldüm. “Artık Adana’ya kadar biraz kestireyim” diye düşündüm. Her şey bitmişti, gece otele varır, ertesi sabah da rahatlıkla uçağa yetişirdim. “Sonra ver elini Ankara…” diye kendi kendime mırıldandım.

O ana kadar en azından öyle sanıyordum, oysa o seyahatte yaşayacaklarım daha bitmemişti… Maraş seferine, birazdan okuyacağınız Ankara uçağında yaşayacağım macera da eklenince, İstanbul’a döndüğümde “Bir seyahat tam olarak tamamlanmadan, yani eve varmadan asla bitmiş sayılmaz ve her an bir aksilik olabilir!” diye düşünmeye başladım. Hâlâ da aynı şekilde düşünürüm; yüzlerce kez yurt içi veya yurt dışı seyahatlere gittiğim halde, daha seyahate başlamadan tedirgin olurum ve bu durum eve dönene kadar devam eder. Uçak kalkış saatinden çok önce havaalanına gitmeyi tercih ederim ve tüm seyahatimin planını çok önceden yaptığım halde, defalarca kez gözden geçiririm.

Bütün bunları yaptım diye kimse bana madalya vermedi. Hatta böyle riskler aldığım için müdürümden fırça bile yiyebilirdim. Gerçi kaza yapmadığınız, başınızı belaya sokmadığınız veya ölmediğiniz sürece, müdürler sonuca bakarlar. Ekstradan bir iş getirdiğiniz sürece, nasıl getirdiğinizin pek önemi yoktur. Sahada savaşan eleman her zaman sevilir.

Ama yine de Maraş seyahatimden elde ettiğim bir ders oldu. O da, iş seyahati sırasında, önceden planlanmamış veya zamana karşı yarışarak, başka bir şehre ziyaret yapmak veya planın dışına çıkmak risklidir.

Devamı haftaya Salı günü…

02 Nisan 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir