SALI SOHBETİ – 28

İTALYA’DA FUAR

O yıllarda İtalya’nın Bologna kentinde yapılan Cosmoprof Fuarı, dünyanın en büyük kozmetik fuarıydı ve dünyanın her tarafındaki kozmetik üreticilerini ve dağıtıcılarını bir araya getirirdi. Son yıllarda ise, aynı fuar Hong Kong’da da yapıldığı gibi, benzer birçok fuar, dünyanın birçok kentinde de düzenlenmektedir. Ancak, internetin de hayatımıza girmesiyle bu fuarlara olan ilgi ciddi bir şekilde azaldı. Oysa, 80’li ve 90’lı yıllarda kozmetik sektöründe olanların bu fuara mutlaka gitmesi gerekiyordu, çünkü sektördeki tüm yenilikleri görme imkanı vardı. Ayrıca, kozmetik ambalaj ve hammadde üreticileri de bu fuarda yer almaktaydı, böylelikle ürünlerinde yenilik yapmak isteyen üreticiler de, farklı tedarikçi firmaları tanıma fırsatı buluyorlardı.

1985 yılında Türkiye’de ithalatın serbest bırakılmasından sonra, ülkemizdeki kozmetik üreticileri, dağıtıcıları, büyük toptancılar ve hatta kozmetik dışındaki konularda faaliyet gösteren iş adamları, bu fuara kelimenin tam anlamıyla hücum ettiler. Hepsi, özellikle Fransız, İtalyan ve benzer ülkelerdeki prestijli markalar başta olmak üzere, birçok kozmetik markasının Türkiye distribütörlüğünü almak için yarıştılar. O yıllarda Avrupa’da henüz “Deniz bitmemişti” ve inanılmaz yüksek adetlerde ürün satıyorlardı. Henüz doğu bloku ülkeleri gümrük duvarlarını kaldırmamışlardı ve bu ülkelere kozmetik markaları giriş yapmamıştı. Avrupa, henüz kendi içinde büyük bir pazardı ve kozmetik markaları çok büyük cirolar yapıyordu. Bu nedenle, prestijli kozmetik markaları; Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Japonya hariç, Avrupa dışındaki pazarlara çok nazlı yaklaşıyorlardı. Kendilerine ülke distribütörlüğü için başvuran şirketlerden, inanılmaz zor taleplerde bulunuyorlardı. Bu taleplerin başında, yıllık ithal edilecek ürün sayısı ve cirosunun garantisi, ülkedeki dağıtım yapılacak noktaların isim ve adresleri, ürünlerin satışa sunulacağı rafların yerleri ve fotoğrafları, mağazaların içine yapılacak özel stantların ölçüsü ve tasarımları –ki bu tasarımlar kendileri tarafından gönderilecekti– satış personeline verilecek eğitimlerin içerikleri, yapılacak reklam ve promosyon çalışmalarının bütçesi ve zamanlama tabloları geliyordu.

1985 yılı sonrasında ithal ürünlere karşı çok büyük bir ilgi ve talep olduğundan, Avrupa’lı üretici şirketlerin tüm bu zor taleplerine rağmen, distribütörlük yapmak isteyen Türk şirketleri bu taleplerin hepsine olumlu yanıt vermekteydiler. Buna rağmen, prestijli markalar, Türkiye’den gelen şirketleri görüşme sırasına sokup, içlerinden kendilerine en uygun şirketi seçmekteydiler. O yıllarda, ülkemizde ticari faaliyetlerini sürdüren ve özellikle Fransızca’yı çok iyi konuşan, bazı Musevi vatandaşlarımız, büyük markaların mümesillik veya distribütörlük anlaşmalarını kolaylıkla yapıp tek tek toplarken, kendileri pek lisan bilmeyen veya lisan bilen yönetici sıkıntısı çeken Türk şirketleri, bu markalarla anlaşma yapmakta zorlanmaktaydılar.

Aradan çok yıllar geçti ve ibre tersine döndü. Bugün, prestijli markalar için Avrupa pazarı cazibesini yitirdi, çünkü nüfus yaşlandı, tüketiciler markalara ve lüks tüketim ürünlerine doydular ve daha önemlisi, yaşanan ekonomik krizler nedeniyle, bu markalara para harcamak istemiyorlar. Dolayısıyla, markalar son yıllarda, ekonomik krizden çok az etkilenen ülkelere ve prestijli markalara karşı büyük ilginin devam ettiği Rusya ve eski doğu blok ülkelerine odaklandılar. Türkiye de gözde pazarlar arasına girdi. Zamanında Türkiye’ye gelmek için nazlanan, fuarlarda kendilerini ziyaret eden Türk iş adamlarına veya yöneticilere pek yüz vermeyen, kendilerini “Ağırdan satan” bu firmalar, son yıllarda peş peşe Türkiye’ye gelmekte, fuarlarda stantlarını ziyaret eden Türkleri oturtacak yer bulamamaktadırlar. Bunları bizzat yaşadım ve bizlere karşı bu şekilde tutum değiştirdiklerini gördükçe, içimden acı acı gülümsemekten de kendimi alamadım.

Tekrar 1986 yılına dönecek olursak, bağlı olduğum yöneticilerim İtalya’daki Cosmoprof Fuarı’na beni göndermeye karar verdiler. İlk defa bu fuara gideceğim için çok heyecanlandım. Benim için inanılmaz bir deneyim, yaptığım işe de çok büyük bir katkısı olacaktı.

Şirketimizin çalıştığı seyahat acentesinden Bologna’ya uçak bileti ve fuar tarihleri için de bir otel bulmasını istedik. Daha önce bu fuara gitmiş olan yöneticim Süreyya Bey, bana fuar tarihlerinde şehrin inanılmaz kalabalık olduğunu ve otellerde yer kalmadığı için, birçok ziyaretçinin, 150-200 km uzaklıktaki şehirlerde bile kaldığını ve oralardan araba kiralayarak fuara geldiklerini; hatta bazı ziyaretçilerin karavanlarda kaldığını anlattı. Neyse ki, acente adını bugün bile çok iyi hatırladığım, “Atlantic Hotel” isminde üç yıldızlı bir otele rezervasyon yapabildi. Bologna’nın içinde yer bulduğum için kendimi çok şanslı hissettim. Uçak biletiyle birlikte bana otelin adının ve rezervasyonumun olduğunu belirten teleks çıktısını gönderdiler.

Cuma günü İtalya’ya uçmak için büyük bir heyecanla valizimi bir gün öncesinden hazırladım; fuarda bazı markaların standını ziyaret edeceğim için, yepyeni bir takım elbisemi ve ayakkabılarımı da valize koydum. Ne de olsa şirketimi ve belki daha önemlisi ülkemi temsil edecektim. İlk defa bir şirket temsilcisi olarak, yabancı bir ülkede fuar ziyaret edecek olmanın düşüncesi beni o kadar heyecanlandırmıştı ki, valize neler koyacağımı şaşırdım. Kaç fazladan gömlek ve kravat koyduğumu hatırlamıyorum, ama sonradan fuardan topladığım katalog ve broşürleri koyacak yer kalmadığını fark ettiğim zaman, ne kadar gereksiz giysi götürdüğümü düşünüp, kendime çok kızmıştım.

Oysa şimdi biliyorum ki, bu tip fuarlarda çok fazla katalog ve numune toplanıyor; bunun için valizin boş gitmesinde fayda var. Fuar süresince yepyeni ayakkabıları giymenin ise çok büyük bir hata olduğunu, daha ilk günden ayakkabıların ayağımı vurmaya başlamasıyla anlayacaktım. Fuardan çıkıp, bir mağazadan çok daha rahat bir ayakkabı almayı da o an düşünemediğim için, ayaklarım şişmiş ve kızarmış bir şekilde ilk günü tamamladım. Akşam üzeri fuardan çıkıp, bir mağazadan çok rahat bir çift ayakkabı satın aldım; yine de bir gün öncesinden ayaklarım mahvolduğundan, fuarın kalan günlerinde hep ayaklarım isyan etti. Sonradan fuarda dolaşanların takım elbisenin altına, spor ayakkabı giydiklerini gördüğümde, aklıma benim ilk fuar ziyaretimde ayaklarımdan çektiğim gelir.

İtalya’nın Bologna kentine uçmak üzere uçağa bindim ve akşamüzeri saatlerinde indim. Havaalanından çıktım ve sırada bekleyen ilk taksiye bindim. Kocaman beyaz renk bir Mercedes’in taksi olarak çalıştığını görmek beni şaşırtmıştı; ama keyifle arka koltuğa kuruldum. Üniversite sıralarındayken yaklaşık iki yıl devam ettiğim İtalyanca kursunda öğrendiklerimden birkaç kelime söylemenin zamanı geldi diye düşünerek, “Buongiornio, per favore vai alla Atlantic Hotel” yani “İyi Günler, Otel Atlantic’e gidelim lütfen” dedim. Ama sonradan İtalyanca’yı ancak bu kadarcık hatırladığımı fark edecektim, çünkü adının Gianluca olduğunu öğreneceğim şoför, dönüp bana İtalyanca bir şeyler sorduğunda, “Tık” diye kalacaktım. Çantamdan otelin gönderdiği teleksi çıkarıp, ona uzattım. Teleksi alan taksi önce teleksi okudu, sonra bana şaşkınlıkla baktı; kafasını iki yana sallayarak, arabayı hareket ettirdi. Bu kez şaşırma sırası bana geçmişti; bu şoför niye bu kadar şaşırmıştı ki? Herhalde beni bu otele yakıştıramadı diye düşünüp, bir de içimden sinirlendim. Oysa sonradan oteli bana yakıştıramadığını anlayacaktım.

Şehrin merkezinde bir sokak arasında, Atlantic Hotel’n kapısına geldik. Otelin girişini görünce çok şaşırdım, 80’li yılların Sirkeci’deki, değil kalmaya, önünden geçmeye bile çekindiğimiz otellere benziyordu. Bu otel bana söylendiği gibi, değil üç yıldız, “Yarım yıldız” bile değildi. Çantamı alıp taksiden indim; taksi şoförü Gianluca da bagajdan valizimi alarak peşimden otele geldi. Taksi şoförlerinin valiz taşımaya yardım etmek gibi bir adetleri yoktur, hele Avrupa’da neredeyse bagaj kapağını bile açmazlar. Herhalde kendisine gösterdiğim telekste bir gariplik olduğunu fark ederek, beni otelin kapısında bırakıp gitmeye gönlü razı olmamıştı. Bunu sonradan yaptığımız sohbette bana anlatacaktı.

Otelin “Reception” bankosunun arkasında yaşlı bir görevli oturuyordu; ona teleksi uzattım. Görevli teleksi okudu, kayıtlara baktı ve bana dönüp, böyle bir rezervasyonun olmadığını söyledi.

O an başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. Hava kararmaya başlamıştı; ertesi gün fuar başlayacaktı, ben nereden otel bulabilirdim ki? Ayrıca o zamanlar cep telefonu gibi imkanlar da olmadığı için, İstanbul’daki seyahat acentesini arayıp, durumu sorgulayacak imkanım da yoktu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Elimde otelin teleksi olduğu halde, otelde rezervasyonum yoktu ve sözüm ona üç yıldız olan, pansiyondan bozma otel bile tamamen doluydu. Aklıma o an Süreyya Bey’in fuarın ne kadar kalabalık olduğu ve insanların diğer şehirlerde bile kaldığıyla ilgili anlattıkları geldi; parkta mı yatacaktım yoksa? İstanbul’daki seyahat acentesine, içimden sayıp sövüyordum. Üstelik ben de bir zamanlar seyahat acentesinde çalıştığım için, böyle bir hataya anlam veremiyordum.

Şaşkınlık ve ne yapmam gerektiğini bilmemenin paniği ile öylece kala kaldım. Yine sırtımdan bir damla terin, aşağıya doğru aktığını hissettim. Neyse ki, Gianluca oradaydı. Nedense bu hiç İtalyan’a benzemeyen genç ve açık kumral saçlı taksi şoförü, bana “Ben zaten bir terslik olduğunu anlamıştım, merak etme ben sana bir otel bulurum” dedi. Taksiye geri döndük, telsizden birkaç görüşme yaptı. O bu konuşmaları yaptıkça, ben iyice panik olmaya başladım. Ya yer bulunamazsa, ben ne yaparım? Hava da kararmaya başladı ve benim Bologna’da tanıdığım hiç kimse yoktu. Ben bunları aklımdan geçirirken, Gianluca bana döndü ve gülümseyerek, “Çok şanslısın, sana yeni açılan ve fuara sadece 200 metre uzaklıkta bulunan bir otelde oda buldum” dedi. O an nasıl rahatladığımı ve mutlu olduğumu tarif edemem. Kendisine defalarca kez “Grazie mille”, yani “Çok teşekkürler” dedim. Bir anda rahatladım ve taksinin arka koltuğunda, keyifli bir şekilde sırtıma yaslandım.

O zamandan beri, ne zaman yurt dışına gidecek olsam, önce uçak ve otel işini garanti altına almak isterim. O gün şansım yaver gitti ve Gianluca gibi, çok iyi niyetli bir taksi şoförüne denk gelmiştim. Her zaman böyle insanlara rastlamamız mümkün değildir. Aksine, yabancı olduğunuzu anlayan birçok taksi şoförü otele kadar en uzun yolu kullanır veya çeşitli taksimetre hileleriyle fazladan para alırlar. Bunu engellemenin en güzel yolu da, gideceğiniz otelin adının ve adresinin yazdığı kağıdı, taksi şoförüne göstermek yerine, otelin adını ve adresini önceden ezberlemek ve taksi şoförüne, sanki oteli çok iyi biliyormuş gibi gayet emin bir şekilde söylemek ve hiç ilgilenmeden arkanıza yaslanmaktır. Tabii, bunu Çin’de yapmanız mümkün değildir, zira hem Çinli taksi şoförleri sizi anlamayacaktır veya sizin yanlış telaffuz ettiğiniz bir isim nedeniyle, tamamen başka bir şehre götürmeye kalkacaktır. Orada yapılması gereken ise, önceden çıktı alarak, varsa otelin Çince yazılmış ismi ile birlikte telefon numarasını taksi şoförüne vermektir. Bu deneyimleri ise, İtalya seyahatimden yaklaşık 20 yıl sonra Çin’e ve Hindistan’a yapacağım iş seyahatlerimde yaşayarak öğrenecektim.

Gianluca’nın bulduğu otel gerçekten Fuar’ın ana giriş kapısının 200 metre ilerisinde, yani yürüyüş mesafesinde daha birkaç gün önce faaliyete geçmiş “Maxim” isminde gerçek üç yıldız bir oteldi. Taksiyi park ederek, Gianluca ile birlikte otele girdik. Hemen kaydımı yaptırdım ve odamı aldım. Otel o kadar yeniydi ki, otelin içi ve odalar yeni boya kokuyordu,

Gianluca’ya gitmemesini, kendisine bir kahve ısmarlayarak teşekkür etmek istedim. Memnuniyetle kabul etti. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir taksi şoförü olamazdı. Adam beni daha ilk gittiğimiz Atlantic Hotel’in kapısında bırakıp gidebilirdi; ama nedense o bir terslik olduğunu fark etmiş ve bana yardımcı olmak istemişti. Bütün bu yaptıklarından sonra, kendisine çok minnettar kaldım ve yüklü bir bahşiş de vermeyi düşünüyordum; hatta bir ara “Benden epey para ister şimdi” diye de düşündüm. Ama sonraki yıllarda Gianluca’nın bana olan yardımının para için olmadığını, sadece zorda olan bir yabancıya destek olmak adına yaptığını anlayacaktım. Çünkü birkaç sene sonra tekrar Bologna’ya gittiğimde, taksilerin grev yapmasına rağmen, beni gelip havaalanından almış ve taksiler grev yaptığı için para alamayacağını söylemişti; bu kez bir dosta yardım ediyordu. Bu anıyı da sonraki haftalarda yazacağım.

Gianluca ile otelin lobisinde kahve içerken, bana biraz öyküsünden söz etti. Aslında kimya okuduğunu, fakat bazı kimyasalların kendisinde alerji yaptığı için, kimya sektöründe çalışmadığını ve kendisini daha özgür hissettiği için taksi şoförlüğü yaptığını söyledi. Yeni evli olduğunu ve henüz çocuğu olmadığını da anlattı. Bunları anlatırken, aslında son derece temiz giyimli ve bakımlı olduğunu fark ettim. Gerçekten hiç de bir taksi şoförüne benzemiyordu. Bu genç adama kanım kaynamıştı. Ben de ona biraz benim öykümden söz ettim ve seneye tekrar Bologna’ya bu fuara geleceğimi söyledim. Kendisine önceden haber vereceğimi, beni mümkün olursa havaalanından karşılamasının mümkün olup, olmadığını sordum. Bana bunu memnuniyetle yapacağını söyledi. Çok sevindim, böyle bir taksi şoförü her zaman lazım olabilirdi. Hem İngilizce biliyordu, hem çok becerikliydi. Üstelik de dost canlısıydı. Bana telefon numaralarını verdi. O zamanlar İtalya’da “Radio Phone” diye bir şey vardı, sanıyorum, şimdiki cep telefonlarının ilk versiyonu gibi bir şeydi. Bu numara üzerinden sonrasında ona çok ulaştım ve sonraki yıllarda bana inanılmaz yardımcı oldu.

Maxim Hotel’den çok memnun kaldım. Birkaç gün sonra fuar ziyaretimi tamamlayıp ayrılırken, ertesi yıl geleceğim fuar için oda rezervasyonu yaptım ve 50.000 İtalyan Lireti kaparo bıraktım. O zamanlar İtalya henüz Euro’ya geçmemişti ve para birimi olarak Liret’i kullanıyorlardı. 50.000 Liret çok büyük bir para gibi görünüyorsa da, bu şimdinin 50 Euro gibi bir parasıydı. Bologna’ya sonradan gittiğim her fuar ziyaretinde Maxim Hotel’de kaldım ve birçok meslektaşıma tavsiye ettim.

Devamı haftaya Salı günü…

23 Nisan 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir