SALI SOHBETİ – 42

BULGARİSTAN’DA FUAR

Ana firmamız Aromel Kozmetik, Bulgaristan’ın Plovdiv şehrinde düzenlenecek “Türk İhracat Ürünleri Fuarı”na almıştı ve bizim de birlikte katılmamızı önerdiler.

Tabii ki katılarak birlikte bir stant kiralama kararı aldık. Amacımız Bulgaristan’da her iki şirket için bir distribütör bulmaktı. Fuarı organize eden şirketle her türlü sözleşmeleri yaptıktan sonra, fuarda sergilenecek ürünleri, Bulgaristan’a göndermek üzere nakliye şirketine teslim ettik.

Stantta görev yapmak üzere Aromel’den Yönetim Kurulu Üyesi Osman Bey ve bizim şirketten de benim Bulgaristan’a gitmemize karar verilmişti.

Fuarı organize eden şirket bize Plovdiv’de otellerin çok dolu olduğunu, fakat bize bir haftalığına bir apartman dairesi kiralayacaklarını bildirdi.

Artık tüm organizasyonu yapmış, Bulgaristan’a gitme hazırlıklarına başlamıştık. Osman Bey beni arayarak, “Hakan’cım, ben İzmir’den araba ile gelirim, seni İstanbul’dan alırım, karayolu ile Plovdiv’e gideriz” dedi. Ben de kendisini bekleyeceğimi bildirince, fuara hareket için bir tarih tespit ettik ve ben Osman Bey’i beklemeye başladım.

Osman Bey İstanbul’a beyaz renk Fiat Tempra marka arabasıyla geldi ve sözleştiğimiz yerde buluştuk. Direksiyona geçmemi istedi, ben de arabayı Edirne’ye doğru sürmeye başladım. Sohbet ederek Kapıkule’ye ulaştık, Türkiye’den çıkış yaparak, Bulgar Gümrüğü’ne girdik. Bulgar polis memuru, her ikimizin de pasaportlarını aldıktan sonra, içine birer tane sarı renkte birer kağıt koydu ve giriş damgası bastı. Şoför koltuğunda ben oturduğum için, bana vermiş olduğu kağıdın arkasına arabanın plakası ve Bulgarca birkaç cümle yazmıştı. Osman Bey’e verdiği kâğıtta ise böyle bir yazı yoktu. Bu yazıyı hiç önemsemedim; nasıl olsa Osman Bey’le birlikte geldik, birlikte dönecektik. Dolayısıyla arabanın benim üzerimde görünmesinde bir sorun olamazdı. O ana kadar öyle sanıyordum, oysa sonradan yaşayacaklarım bana, bu yazının hiç de öyle basit bir şey olmayacağını öğretecekti.

Sınırdan geçtikten hemen sonra, arabanın yanına kirli sakallı bir Bulgar geldi ve bozuk bir Türkçe ile “Sigorta lazımdır, iyi olur, araba için…” dedi. Osman Bey bunu duyunca, “Hiç gerek yok, arabanın kaskosu var, üstelik Bulgaristan’da da geçerli” diye cevap verdi. Ama ben Almanya’dan gelen kamyonun devrilmesinden sonra, sigortaya karşı çok duyarlı olmuştum. Adama döndüm ve “Kaç para bu sigorta, nasıl bir sigorta, neleri kapsıyor?” diye sordum. Adam da gülmeye başladı, ağzında eksik birkaç dişi hemen dikkat çeliyordu. Kirli sakalını ovalayarak, yüzünde bir sırıtma ifadesiyle “50 Mark, araba bizim kontrolümüzde…” dedi.

Avrupa Birliği, Euro para birimine geçmeden önce, Almanya para birimi Alman Mark’ı Avrupa’da en çok tercih edilen para birimiydi ve özellikle eski Doğu Blok ülkelerinde neredeyse en geçerli para birimiydi.

Osman Bey’e dönerek, “50 Mark, önemli bir para değil, verelim de, başımız ağrımasın” dedim. Osman Bey de başıyla onaylayınca, adama çıkarıp 50 Mark verdim. Bunu üzerine adam cebinden üzerinde bir at kafası resmi bulunan iskambil kağıdı büyüklüğünde bir kartı arabanın ön konsolüne, dışarıdan görünecek bir şekilde koydu ve “Bu kart burada kalacak, problem yok, gidebilirsin…” dedi. Bu garip sigorta ve poliçe, bizi güldürdü “Herhalde üçkağıda geldik” diye aramızda konuşarak, Plovdiv’e doğru yol almaya başladık.

Oysa bu “At kafası” resmi bizim arabanın bir tür mafyanın koruması altında olduğunu gösterecekti. Fuar süresince Türkiye’den giden birkaç araba çalındı. Bazı arabaların da geceleri tekerlekleri, silecekleri veya teypleri çalındı. Bizim arabaya kimse dokunmadı bile, demek böyle bir “Sokak sigortası” gerçekten vardı ve faydalı olmuştu. Aklımıza, bu kartı sonradan Türkiye’den Bulgaristan’a gidecek başka arabalara vermek geldi, ama çok ilginçtir, kartı Bulgaristan’dan çıkarken bir başka adam bizden geri alacaktı.

Plovdiv’e geldik, burası eski bir Türk şehriydi, eski adı Filibe’ydi. Türkçe konuşan çok kişi vardı ve Türk tipi evlerin olduğu eski bir mahallesi de vardı. Fuar alanına gittik. İstanbul’dan tanıdığımız, fuarı düzenleyen şirketin görevlilerini bulduk. Bize standımızın bulunduğu binaya götürdüler. Ürünlerimizi kolilerden çıkardık, standa dizmeye başladık. Bu arada görevlilerden biri gelerek, bize stantta görev yapması ve bize yardımcı olması için bir görevli hostese ihtiyacımızın olup olmadığını sordu. Bunun üzerine, ben de kendisine “Türkçe ve İngilizce bilen bir hostes bulursanız, fuar süresince standımızda görev verebiliriz” dedim. Bunu üzerine görevli bana “Bulgarca, Türkçe ve İngilizce bilen bir kız var, adı Şefika” diye cevap verdi. Biz de kabul edince yarım saat sonra Şefika geldi. 25-26 yaşlarında, Bulgaristan’da kalmış Türk ailelerinden birinin kızıydı. Türkçesi bize göre biraz daha farklı ve şiveliydi. Ücret konusunu da halledince ve Şefika bizim stantta fuar süresince hosteslik yapma konusunda anlaştık.

Şefika’ya yaptığımız işlerle ilgili bilgi verdim. Fuar süresince herhangi bir ürün satışı yapmayacağımızı, sadece Bulgaristan’da değil, Balkan ülkelerinde ürünlerimiz için distribütör aradığımızı, ürünleri de teşhir amaçlı fuara getirdiğimizi ve standa dizdiğimizi anlattım.

Fuar açıldı ve gerçekten çok büyük ilgi vardı. Yalnız Bulgaristan’dan değil, komşu ülkelerden de insanlar akın akın fuarı gezmeye geliyorlardı. Ticari ziyaretlerin yanında, halk da fuara ilgi gösteriyordu. Hatta öğrencilerin de fuarı gezdiğini gördüm ve bu durumu gerçekten çok takdir ettim.

Bizde üniversite öğrencileri fuarlara pek ilgi göstermezler. Tabii bunda fuar giriş bedellerinin yüksek olmasının da etkisi olabilir. Ama fuar gezmek gerçekten bilgi artırır ve yenilikleri görme şansı verir. Bence üniversite öğrencilerinin, kendi okudukları bölümle ilgili fuarları gezmeleri zorunlu olmalı ve fuar şirketleri de öğrencilerden giriş için ücret almamalıdırlar.

Şefika’nın Türkçesi bizden farklıydı, bizde farklı anlamlara gelen, fakat öz Türkçe kelimeler kullanıyordu. Bir ara, fuar biraz tenhalaştı ve Şefika bana “Hakan Bey, biraz yellenmek istiyorum” demez mi? Ne diyeceğimi şaşırdım, bu bence çok uygunsuz bir durumdu. Şaşkınlığı üzerimden atamadan ona, “Şefika, yellenmek çok ayıp bir şeydir, istersen tuvalete git…” diye cevap verdim. Bu kez şaşırma sırası Şefika’ya gelmişti. “Hakan Bey, burası kapalı alan, ben biraz binanın dışına çıkıp, yellenmek istedim, tuvalette bunu nasıl yapayım? Orası da kapalı alan…” deyince, aslında hava almak istediğini anladım ve kendimi tutamayıp, gözümden yaş gelene kadar güldüm ve “Haa… sen hava almak istiyorsun…” dedim. Ben gülünce, Şefika da durumu anladı ve omuzuma vurarak “Ne anladığınızı bilemedim ama biz hava almaya tuvalete gitmiyoruz…” diye kıkırdayarak cevap verdi.

Plovdiv’de çok Türkçe konuşan olduğu için, standa gelen çeşitli ziyaretçilerin arasında da Türkçe konuşanların sayısı fazlaydı. Bir ara bir bayan ziyaretçi Türkçe olarak “Satış yapıyor musunuz?” diye sorunca, Şefika “Yok kardeş, satış yapmıyoruz, gösteriş yapıyoruz” demez mi? “Hay Allah, bu nasıl bir laf yahu? Ayıp oldu ziyaretçiye” diye düşünerek, “Şefika, gösteriş demek, çok ayıp, biz teşhir yapıyoruz, demen daha doğru olmaz mı?” diye düzeltmeye çalıştım. Ama sonradan anladım ki, Bulgaristan’da yaşayan Türkler arasında geçerli olan sözcükler öz Türkçe olanlar. Bizim Türkçemiz ise Arapça, Farsça ve Fransızca gibi birçok lisandan aldığımız sözcüklerle, onların konuştuğu Türkçe’den çok farklılaşmıştı.

Çocuklarımıza iki ya da daha fazla lisan öğretmek için gayret gösteriyoruz. Bunun için, maddi ve manevi birçok fedakarlık yaparak, büyük emekler sarf ederek, özel okullara göndermeye çalışıyoruz. Ama bu arada çocuklarımızın düzgün Türkçe konuşamadıklarına veya yazamadıklarına tanık oluyoruz. Hayatımıza giren cep telefonu, kısa mesajlar veya e-posta gibi iletişim araçları yüzünden, çocuklarımız düzgün ve imlâ hatası yapmadan, Türkçe bir metin yazamıyorlar. Hele noktalama hataları saymakla bitmez. Sanki önce metni hiç noktalama işaretlerini koymadan düz olarak yazıyorlar, sonradan bir miktar noktalama işareti alıp yazıya serpiştiriyor gibiler. Oysa yabancı lisan gibi, kendi lisanımızı da düzgün konuşmak ve yazmak zorundayız. Düzgün rapor yazamayan, kendini ifade edemeyen çalışanların ileride üst düzey yönetici olmaları gerçekten çok zordur.

Fuar süresince Şefika’nın Türkçesiyle uğraşır ve gelen ziyaretçilerle konuşurken, Osman Bey bana fuarın üçüncü gününün akşamı “Hakan, ben çok sıkıldım, Türkiye’ye dönmek istiyorum” dedi ve “Sen beni sınıra kadar arabayla götür, orada arabayı senin belgenden iptal ederiz, sen taksi ile yine Plovdiv’e dönersin” diye ekledi. Sınır ile Plovdiv arası yaklaşık bir saatlik bir yoldu. Osman Bey, Türkiye’de esans konusunda çok az bulunan otoritelerden birisidir. Fransa’da bu işin eğitimini görmüş ve geliştirdiği birkaç esanstan yapılan parfümler, Türkiye’de yıllarca en çok satılan parfümler arasında yer almıştır. Kendisinin bu isteğini geri çevirme şansım yoktu, ertesi sabah onu sınıra götürmek için plan yaptık.

Ertesi gün arabayla sınıra geldik, gümrük sırasına girdik. Arabanın camını bir adam parmağı ile tıklattı. Camı açtım, adam hiçbir şey söylemeden, elini içerden ön cama doğru uzattı ve üzerinde at kafası resmi bulunan kartı aldı ve bana dönerek “Sigorta bitti” dedi. Osman Beyle ikimizi bir gülme aldı, hayatımızda ilk defa böyle bir şey yaşıyorduk.

Sınırdaki polise “Araba ve bu kişi Türkiye’ye dönüyor, benim belgemden arabayı iptal edebilir misiniz?” diye sordum, polis benim pasaportun arasında bulunan sarı renkli kağıdın arkasında yazan Bulgarca yazının altına birkaç cümle daha yazdı ve bana başını kaldırarak, “Problem yok, araba gidebilir…” dedi.

Osman Bey’le vedalaştık, o Türk sınırına doğru hareket etti. Ben de 50 metre ileride bulunan araçlara doğru yürüdüm ve Plovdiv’e gitmek için bir taksi buldum. Taksi çok eski model bir Fiat marka bir arabaydı, her tarafı dökülüyordu, ama yine de beni Plovdiv’e kadar beni götürdü.

Fuarda kalan günleri tamamladım ve dönüş için hazırlıklara başladım. Kafamda yine taksi ile sınıra kadar gitmek ve Türkiye’ye geçtikten sonra otobüsle İstanbul’a hareket etmek vardı, ne de olsa Edirne’den İstanbul’a saat başı otobüs kalkıyordu.

Fuardaki ürünleri Şefika ile birlikte kolilere koyduk, görsel malzemelerle birlikte yine fuarı organize eden şirkete teslim ettik. Mallar kamyonla Türkiye’ye gidecekti. Bu arada yanıma Türkiye’de çok ünlü bir sakız markasını üreten bir şirketin, aileden olduğunu tahmin ettiğim ikinci kuşaktan iki delikanlı geldi “Abi, sen Türkiye’ye dönüyormuşsun, taksi armana gerek yok, bizimle gelebilirsin…” dediler. Çok memnun oldum, beni İstanbul’a kadar götüreceklerdi.

Yurtdışında böyle bir yardımlaşma, insanı daha çok mutlu ediyor. Üstelik bunu böyle genç insanlardan görmek, beni daha fazla sevindirdi, çünkü hep yeni yetişen gençlerin çevrelerindeki insanlara karşı duyarsız olduğunu söyler dururuz.

Gençlerin küçük arabasıyla yola çıktık, ikisi öne oturdular, ben de arka koltuğa oturdum. Bu arkadaşlar fuarın son kapanış günü, halka açılan fuarda epey sakız dağıtmışlardı. Yine de arabada her taraf sakız doluydu. Sohbet ederek sınıra kadar geldik. Sınırda polislere pasaportları uzattık, polis arasındaki sarı kâğıtları inceledi ve genç arkadaşları işaret ederek “Siz ikiniz tamam, gidebilirsiniz” dedi ve bana bakarak “Senin araba nerde?” diye sordu. Bir anda kanım dondu, Osman Bey arabayı alıp gitmişti, kağıdın arkasına bunu yazdırmıştık. Tabii Bulgarca bilmediğim için, ne yazdığını da bilmiyorum, o an aklımdan “Keşke yazıyı Şefika’ya bir tercüme ettirseydim” diye geçirdim, ama artık çok geçti. Polise durumu anlatmaya çalıştım, adam kağıdın arkasındaki yazıları okuyor, “Burada bir şey yazmıyor…” diyordu. “İşte şimdi ayvayı yedik, bu adamlar laftan anlamıyor, araba olmadan beni bırakmazlar” diye düşünerek panik olmaya başladım.

Ne yapacağımı kara kara düşünmeye başladım, yine yanıma çikletçi gençler geldi, durumu onlara hızlıca anlattım. Bunun üzerine bana “Abi düşündüğün şeye bak, pasaportun arasına 50 Mark koy ve adama uzat, tekrar evraklara bakmasını söyle…” demezler mi? O panik içinde yapacak başka bir şeyim olmadığını düşünerek, pek kafama yatmasa da gençlerin söylediğini yaptım. Yine de içim huzursuzdu, bunu yaptığım için, başım daha çok belaya girebilirdi, zaten arabanın üzerimde görünmesi ve önceden dönmüş olması başlı başına bir sorundu.

Bulgar polis memuru, pasaportumu ve sarı kağıdı tekrar önüne aldı, yaprakların arasında bulunan 50 Markı hızlı bir şekilde aldı ve bana pasaportumu geri uzatarak “Tamam, arkaya yazmışlar, sorun yok, gidebilirsin” dedi. Bir anda inanılmaz derecede rahatladım. Oysa memur, biraz önce zaten o yazıyı okumuş ve “Burada bir şey yazmıyor…” demişti.

O rahatlıkla hemen arabaya girdim ve önce Türk sınırına doğru, sonra da “Ver elini İstanbul…” diyerek İstanbul’a doğru hareket ettik.

Sakız firmasının gençlerinden bir şey daha öğrenmiştim. Çiklet firması o yıllarda kırkı aşkın ülkeye ihracat yapıyordu. Bu gençler de birçok ülkeye gide gele çok şey öğrenmişlerdi. Deneyim dediğimiz şey bu aslında, yaşla değil, yaşanmışlıklarla öğreniliyor.

01 Ekim 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir