SALI SOHBETİ – 44

TEKSTİL İŞİ

Vepa ve Aromel’de uzun yıllar süren iş yaşantımda daha yüzlerce anı ve olay var; bunların hepsini yazmak mümkün değil. Bu nedenle yıllar içinde ajandalarıma not aldığım çeşitli anılar arasından, gençlere mesaj verebileceklerimi seçtim.

1996 ve 1997 yıllarında tekstil işi Türkiye’de inanılmaz derecede moda bir işti. Etrafımda birçok insan tekstil işine giriyor ve bir süre sonra altına son model bir araba çekiyordu. Avrupa’ya bitmiş tekstil ürünü veya iplik satanlar, fason tekstil üretimi yapanlar çok para kazanıyordu. Avrupalı şirketlerin Türkiye’de mümesilliğini veya kontrolörlüğünü yapanlar, lojistik veya nakliye şirketleri de tekstil işinden kazanıyordu. O yıllarda Türkiye tam bir tekstil cennetiydi ve Avrupalı tekstil şirketleri için Uzakdoğu ülkeleri henüz çok uzaktı.

Ben de bu tekstil furyasına kayıtsız kalamazdım. Tekstil işine girmek bende kısa sürede bir saplantı halini aldı. Ama yıllarımı verdiğim kişisel bakım ve kozmetik işinden ayrılmam gerekiyordu. Zor ve kendi açımdan önemli bir karardı. Günlerce ve gecelerce düşündüm. Bir yanda çok sevdiğim ve kendimce başarılı olduğum bir sektör; diğer yanda Türkiye’nin tekstilde büyük bir üretici ülke olma yolunda hızla ilerlemesi ve benim de böyle bir sektörde olma arzum vardı. Ayrıca lisan bilmemin çok yardımcı olacağına inanmış, belki Avrupalı tekstil şirketleri ile birtakım işler yapma şansım da olabilirdi. Büyük bir yatırım gerekmeden, komisyon bazında çalışabilir, mümesillik veya temsilcilik yapabilirdim. Kısaca, her Türk genci gibi ben de kendi işimi kurmak istiyordum.

Sonunda durumu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Beye anlattım ve hayatımda hiç görmediğim bir destekle karşılaştım. Bana “Burası senin yuvan sayılır, senelerini verdin, git şansını dene; bir iş sahibi olmanı ben de çok isterim. Olmazsa, döner gelir yine bizimle çalışırsın, sana yürekten başarılar diliyorum…” dedi. O an için bu sözlerin, şirketten ayrılan bir kişiye söylenmiş, klasik veda sözleri olduğunu düşünmüş ve üzerinde fazla durmamıştım.

Oysa gerçekten birkaç yıl sonra tekrar eski işime dönecektim ve kaldığım yerden kozmetik işinde devam edecektim. Ali Beyin “Yuvaya döndüğümde” bana olan yaklaşımı, kendisine duyduğum saygı ve sevgiyi daha da artıracaktı. Aradan yıllar geçti, şirket satıldı ve herkes kendi yoluna gitti. Ama o ve ailesiyle olan iletişimiz, ailecek devam ediyor. Ali Bey’in yıllar sonra yeniden kurduğu fabrikasının açılışına çok az sayıda dostunu davet etmiş olması ve bu dostların arasında benim de olmam, beni çok mutlu etmişti. Oğlu Levent ve kızı Tuğba, yeni fabrikanın açılış konuşmasını benim yapmamı isteyerek, beni onurlandırmışlardı. Ben de hiç hazırlıklı olmadığım halde, içimden gelen bir konuşma yapmış ve konuşmamı “Ali Bey ve ailesine yürekten başarılar diliyorum” diye tamamlamıştım. Hayat işte böyle bir şey; kimi zaman yeni bir yol çiziyoruz, kimi zaman “Dejavu” yaşıyoruz.

Ve sonunda tekstil işine girdim, ama bir anda da sudan çıkmış balığa döndüm. Alışmış olduğum sektörden, kişilerden, bayilerden, dostlardan, ürünlerden ve kısaca her şeyden farklı bir dünyanın içinde buldum kendimi. İnsanların konuşma jargonu bile farklıydı.

Tekstil işinin başı iplikten geçiyordu; işe iplikten başlamak akla daha yatkın geliyordu. Aslında bu işi aklıma sokan birkaç dostum oldu ve ben de hiç bilmediğim bir sektörün derinliklerine doğru yelken açmaya başladım. Güvendiğim tek şey satış yeteneğimdi. Ne de olsa iyi bir satıcıydım ve ne olsa satardım. Çok büyük bir sermaye bağlamış değildim, Gaziantep’teki boyalı iplik üreticisi Boyar Tekstil’in mümesilliğini almış, İstanbul’daki tekstil üreticilerine iplik satarak komisyon alıyordum. Bu şirketin sahipleri Rahmetli Yaşar Uygun, Metin Özkargın, Asaf Özdurdu ve Asım Özsöyler’in bana gösterdikleri yakınlığı asla unutamam. Beni Gaziantep’e davet ettiler ve iplik işini öğrenmemi sağladılar. Fabrikadaki eğitimden sonra, bağ evlerinde benim için hazırlanan mangaldaki kebapların kokusu ve tadını unutamam.

Ardından İrlandalı bir keten ipliği firmasının Türkiye temsilciliğini aldım, fakat bu firmanın iplikleri Türk üreticine pahalı geldi, çok kaliteli olan İrlanda keteni yerine, fiyatı daha uygun olan Rus keten ipliğini tercih ediyorlardı. Çeşitli fabrikalara ziyaretler yapmama rağmen, hiç keten ipliği satamadım. Açıkçası bana bu tip kaliteli bir iplik mümesilliğinin değer katacağını, İrlanda keten ipliği satamasam bile, yapacağım görüşmelerin sonunda Gaziantep boyalı pamuk ipliği satabileceğimi hesaplamıştım. Ama önceden İrlanda keten ipliği konusunda bir pazar araştırması yapmamanın bedelini ödedim, zamanım bu anlamda boşa gitti.

Çok gayret etmeme rağmen, iplik işini en fazla 1,5 yıl yapabildim. Pazar giderek kriza giriyordu. Avrupa’dan gelen siparişlerin azalması ile birlikte tekstil üreticileri de iplik siparişleri vermiyorlardı. Birkaç yıl sonra Avrupalılar büyük siparişlerini Çin’e ve diğer Uzakdoğu ülkelerine geçecekler ve Türkiye bir süre tekstilde bocalama devri yaşayacaktı.

Yine de tekstil rüzgarları yön değiştirdi ve son yıllarda Avrupalı tekstil şirketleri 1 dolarlık tişörtleri Uzakdoğu’ya, katma değeri daha yüksek triko, elbise, gömlek veya benzeri daha yüksek fiyatlı ürünlerin üretimini yine Türkiye’ye kaydırmaya başladılar. Çünkü hem Çin bu konularda Türkiye kadar elastiki üretim hatlarına sahip değil, hem de bizim tekstil üreticileri bu tip ürünlerde çok daha deneyimli ve dolayısıyla beceri sahibi oldular. Tabii bu arada yabancı lisan konuşan ve teknik bilgileri artan personel sayısı da hızla arttı. Böylelikle Avrupa şirketleri, Türk tekstil üreticileri ile çok daha kolay iletişim kuruyorlar; Uzakdoğu ülkelerinde hâlâ ciddi bir lisan sorunu devam ediyor. Gerçi Çin’de İngilizce bilen insanları sayısı, Amerika Birleşik Devletleri’nin toplam nüfusundan fazla, ama yine de doğaları gereği, İngilizce konuşmakta zorlanıyorlar ve bir anlamda da dilleri dönmüyor. Zaten Çince isimleri batılılar kesinlikle telaffuz edemiyorlar, bu nedenle de hepsi birer İngilizce isim kendilerine takmış durumdalar.

Bir konu da doğal olarak nakliye sorunu; Çin’den gemiyle gelecek mallar için en az bir ay sevkiyat süresi hesaplamak gerekiyor. Oysa Türkiye neredeyse Avrupa’nın arka bahçesi gibi, istedikleri anda sipariş geçip, çok kısa sürede, çok küçük siparişleri bile alabiliyorlar. “Parcel Shipment”, yani parçalı yükleme ile birkaç koliyi bile Türk üreticileri üç gün gibi çok kısa bir sürede Avrupa’nın göbeğine gönderebiliyorlar. Bu nedenle Türkiye, Avrupa için yine bir tekstil ülkesidir ve kanımca kaliteyi yükselterek, ihracat yapmaya devam edecektir. Son yıllarda Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz, tekstil ihracatını olumsuz yönde etkilemiş olsa bile, Türk üreticilerinin kendi markalarını bu pazarlara sokma ve Balkanlar, Ortadoğu, eski Doğu Blok ülkeleri gibi yeni pazarlara girmeleri, Türk tekstil sektörünün geleceği açısından önemli ve değerli girişimler olacaktır. Bu hamleleri yapan şirketler gelecekte de var olacaklardır; sadece iç pazar veya birkaç ülkeye ihracat ile yetinen şirketler ise, en küçük bir ekonomik krizde ciddi zorluklar yaşayacaklardır. Tabii, markalaşma konusu sadece tekstil üreticileri için geçerli değildir. Bitmiş üründen, sarf malzemelerine; bilişim sektöründen, hizmet sektörüne kadar her alanda faaliyet gösteren şirketler için, markalaşma en önemli iş olmalı ve tüm stratejilerini buna göre oluşturmalılar.

Yıllarca şirketlerde yönetici olarak çalışmış biri için ticaret hayatına atılmak kolay olmuyordu. Üstelik bunu tek başına yapmak, çok daha fazla emek gerektiriyordu. Sonunda işler de istediğim gibi gitmeyince, iplik işinden ayrılmam gerektiğini düşünmeye ve bunu çok güvendiğim bazı kişilere söylemeye başladım. Sonunda bir ara iplik satmış olduğum Karaca’dan bir iş teklifi aldım. Tekstil işine bir kere girmiştim “Devam edelim bakalım…” dedim.

Devamı haftaya salı günü…

05 Kasım 2019

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir