SALI SOHBETİ – 54

ALMANCA BİLİYORSUNUZ

İsviçre’de üretim yapan bir fabrikayı ziyaret ederek, yenilikleri öğrenmek, hatta gerekirse, bu firmada üretim yaptırmak ve bitmiş ürün olarak ithal etmek gibi bir düşüncemiz vardı.

Bunun için Yönetim Kurulu Başkanı Ali Bey, “Ürün geliştirme”nin başında olan kızı Tuğba, Genel Müdür Vedat Bey’le birlikte Neuchâtel’e gittik. İsviçre’de kalkınma bölgesi olarak ilan edilen bu kantonda dünyaca ünlü kozmetik şirketleri olduğu gibi, ünlü saat markaları, sigara ve tütün üreticileri de bulunuyordu, çünkü bu bölgede yapılan yatırımlar teşvik ediliyor ve birtakım vergi indirimleri uygulanıyordu.

Kişisel bakım ve kozmetik sektörü sürekli yenilik içinde olmak zorundadır. Tüketiciler olduğu kadar, satış kanalı içindeki her kademedeki distribütör, toptancı ve perakendeciler de yenilik ve inovasyon beklerler. Yenilik yapan markalar, ürünlerini daha rahat ürünlerini dağıtır ve kelimenin tam anlamıyla “Pazarın kaymağını yerler”. Tabii bunu yapmak için, yurt dışında gelişmiş üretici şirketlerle sıkı ilişkiler içinde olmak ve yenilikleri anında takip etmek gerekir. Parfüm üretiyorsanız en son satılan parfümleri, renkli kozmetik üretiyorsanız en son moda olan renkleri, vücut ürünü üretiyorsanız yeni hammaddeleri ve trendleri bilmek zorundasınız. Hatta bu da yetmez, şu an satılan değil, gelecekte satılacak olan ürünleri de tahmin etmek durumundasınız, çünkü yeni bir ürünün hazırlığı bazen bir-iki yılı bile bulabilir. Bu nedenle gelecekteki tüketici tercihlerini de tahmin etmek, başarılı bir marka stratejisi oluşturmanın en önemli kilometre taşlarından biridir.

İsviçre’de görüşeceğimiz fabrikanın “Private label”, yani özel markalı ürünlerin üretimini organize eden yönetici Alman asıllı biriydi. Ali Bey, konuşmaları İngilizce yürütmemizi, benim Almanca bildiğimi söylemememi istedi, böylelikle aralarında Almanca konuştuklarında, ben ne dediklerini anlayacak ve ona göre konuşmaları yönlendirme şansımız olacaktı. Başta son derece akıllıca görünen bu plan, beni bir an boş bulunmam yüzünden ne yazık ki suya düşecekti.

Fabrikaya bize verilen randevu saatinde gittik, bizi oldukça büyük bir toplantı odasına aldılar. Toplantı odasında bulunan camlı raflarda fabrikanın dünyanın birçok ülkesine üretmiş olduğu ürünlerin numuneleri duruyordu. Aklıma “İsviçre Laboratuvarlarında uzmanlarca yapılan testlerde…” diye başlayan reklam filmleri geldi. Belki bize de buradan hammadde alır veya ürün ürettirirsek, böyle bir televizyon reklam filmi çektirir ve benzer sözler kullanabilirdik. Ne de olsa gerçekten İsviçre’de üretim yaptıracaktık.

Fabrika müdürü, laboratuvar sorumlusu ve bir görevli daha karşımıza oturdular. Karşılıklı kartvizit alışverişinden sonra, çantamızdan yaptırmak istediğimiz cilt bakım serisinin ambalaj tasarımlarını çıkardık ve ürünlerle ilgili istediğimiz özellikler hakkında bilgi vermeye başladık. Tüm konuşmalar İngilizce yapılıyordu, Vedat Bey ve Tuğba adamlarla konuşuyor, ben de Ali Bey’e tercüme ediyordum. Her şey yolunda gidiyordu. Onlardan da bize ambalaj alternatifleri sunmalarını istedik.

Bir ara, Alman asıllı yönetici, yanındakine Almanca olarak, Avrupalı üreticilerin ambalajlarının pahalı geleceğini, onun yerine Çinli üreticilerden gelen ambalajları göstermelerinin daha uygun olacağını fısıldadı. Ben de hiç beklemeden bu sözleri Ali Bey’e tercüme edince, adam benim Almanca anladığımı fark etti ve bana dönerek Almanca olarak “Sanıyorum siz Almanca biliyorsunuz…” dedi. İnkâr edecek bir durumum yoktu, adamla aynı anda tercümeye başladığımda, yakayı ele vermiştim. Ben de gülümseyerek “Evet, çocukluğum Almanya’da geçti…” dedim. Bu konuşmayı yapınca Ali Bey, Vedat Bey ve Tuğba gülmeye başladılar. Bizim plan suya düşmüştü.

Ancak Almanca konuşmam, Alman asıllı yönetici üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı. Konuşmalar daha çabuk ilerlemeye başladı ve birçok konuda anlaşma sağladık. Bize verilen minimum üretim adetlerini ve fiyatları, kendi aramızda değerlendireceğimizi bildirerek, fabrikadan ayrıldık.

Ancak benim bu hatam, tüm seyahatim boyunca espri konusu oldu, benimle epey dalga geçtiler. Neyse ki, bir sorun çıkmadı ve daha sonraki aylarda ziyaret ettiğimiz fabrikada kendi markamızla bir seri ürün yaptırdık ve ithal ederek pazara verdik, hatta başka ülkelere ihraç bile ettik.

Günlerden pazartesi akşamı olduğu için, kaldığımız otelin restoranı da dahil olmak üzere her yer kapalıydı. Hatta benzin istasyonlarındaki marketler bile kapalıydı. Pazar günleri de restoranlar çalıştığı için, restoran çalışanları da tatil yapsın diye, pazartesi akşamları için böyle bir uygulama varmış. Saat epey geç olmuştu, karnımız açtı ve yemek yiyecek bir yer bulamıyorduk. Yıllarca yurt dışına seyahatler yapmış ve dünyada neredeyse görmediği yer kalmamış olan Ali Bey, tecrübesini konuşturarak “Çocuklar, merak etmeyin, size seveceğiniz bir yemek yedireceğim…” diyerek, bizi taksiyle merkez tren garına götürdü.

Almanya, İsviçre, Avusturya ve benzeri birkaç ülkede olduğu gibi, buradaki tren garının etrafında da 24 saat açık Türk dönercisi bulmak mümkündü. Bu ülkelerde ismi “Bahnhof” olan tren garı dendiğinde akla Türkler ve döner gelir.

Tren garının karşısındaki pasajın içinde bir Türk dönercisi vardı ve tabii ki açıktı. Küçücük dükkân kalabalıktı ve tabii ki müşterilerin çoğunluğu Türk’tü. Döneri görünce nasıl sevindiğimizi anlatamam. Açlıktan gözümüz dönmüştü, dönerlere nasıl yumulduk şu anda bile gözümün önündedir ve o dönerin lezzetini unutamam.

Devamı haftaya salı günü…

14 Ocak 2020

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir