Pazar… Pazar…
Y kuşağı dediğimiz gençler bilmezler, ya da anlatılanlardan duymuşlardır, ama yine de 1975 – 1980 yılları arasında yaşanan terör olaylarının ülkemizde yarattığı korkuyu ve huzursuzluğu tahmin edemezler.
1974 petrol krizi nedeniyle dış ticaret açığının çok büyümesi, döviz darboğazı yanında sürekli enflasyonun getirdiği sosyal huzursuzluklar, sol meslek örgütlerini, sendikaları halkın tepkilerini yansıtmaya itti. Sosyal huzursuzlukların sonucu olarak sağ-sol çatışmaları tırmandı.
Gün geçmiyordu ki, sağ ve sol görüşlüler arasındaki çatışmalar veya saldırılar sonrası ölüm haberi gelmesin. Öldürülen üniversite öğrencileri, toplu katliamlar, entelektüel yazar ve gazetecilere yapılan suikastler, makineli tüfekle taranan okullar ve bombalı saldırılar. Özellikle de 1977 yılındaki 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarında Taksim Kazancı Yokuşunda yitirdiğimiz 34 can. Bu gösteride önceden belirlenmiş yerlerden halkın üzerine rasgele ateş açılmıştı.
O zamanlar bu kadar çok TV ve radyo kanalı yoktu, internet ise daha keşfedilmemişti bile. Tek haber kaynağı gazetelerdi. Hangi gazeteyi alıyorsanız, siyasî görüşünüzü yansıtıyordu. Kolunun altında belli gazeteleri taşıyan öğrenci veya işçiler mimleniyor ve fırsat bulunduğunda, onlara saldırılıyordu. Giydiğiniz kıyafet (Parka, atkı, kot pantolon) veya bıyığınızın şekli hangi siyasi görüş veya ideolojiyi benimsediğinizi belli ediyordu. Bazı şehirler ve mahalleler bölünmüştü. Bir mahalleden, bir mahalleye karşıt görüşlü iseniz geçmeniz mümkün değildi.
Ekonomik çöküntüyü yazmıyorum bile… Ama ekonomimizin “70 Cent’e muhtaç” olduğu devletin başındakiler tarafından ifade ediliyordu. Başta benzin, yağ, ampul olmak üzere hiç bir şey bulunmuyordu, her yerde kuyruklar vardı. Turistik amaçla ancak üç yılda bir yurt dışına çıkış hakkı vardı, sonradan iki yılda bire indirildi.
Türkiye henüz canlı bomba olayı ile pek tanışmamıştı. Saldırılar daha çok silahla yapılıyordu. Türkiye daha küçük ve çok daha az üniversite vardı. Üniversitelerde sürekli olaylar oluyor, süresiz kapanan okullar oluyordu. Yine 1977 yılında olaylar liselere sıçradı. Liselerden kaydını almak zorunda kalan ya da okumayı bırakan öğrenciler oldu. Uygulanan “Sıkıyönetim” etkisizdi. Yine de sıkıyönetim döneminde kaybolan veya karakollarda intihar eden (!) kişiler vardı. Sıkıyönetime göre hiç bir olaya karışmasanız bile, öğrenci olmanız, potansiyel anarşist olmanız için yeterliydi. Üniversitelerin kapısında elinde makineli tüfekleri olan “Mavi bereli” askerler nöbet bekliyor, üst araması ve kimlik kontrolü yaparak, öğrencileri okula alıyorlardı.
İşin en acı tarafı ise, sabah gazeteyi okuduğumuzda, eğer bir gün önce terör saldırılarından dolayı sadece 1 ölü varsa, “Oh, dün pek bir olay olmamış” diye aklımızdan geçirmemizdi. Oysa basın sansür altındaydı ve yaşanan onlarca olay, gazetelere yansımıyordu bile.
O yıllarda İstanbul Beyazıt’ta üniversiteye gidiyordum. Her sabah evden çıkarken, annem “Aman oğlum, dikkatli ol, olaylardan uzak durmaya çalış” diye öğütler verirdi. Beni korkuyla yolcu ettiğini ve arkamdan dua ettiğini biliyordum. Sanıyorum ki, benim yaşımdakilerin çoğu bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Ders aralarında zaman geçirecek bir yer olmadığından, mecburen bir kahveye gidip oturuyorduk, zaten okulun içinde beklemek mümkün değildi, çünkü her an çivili sopalarla saldıran veya yumruk yumruğa kavga eden gruplar oluyordu. Bir gün Beyazıt’ta oturduğumuz kahve dışarıdan tarandı, tüm camlar indi. Biz arkadaşlarla dipte oturduğumuz için, şans eseri bizlere kadar bir mermi gelmedi, ama ön taraflarda oturanlarda yaralananlar oldu. Neyse ki, o saldırıda kimse ölmedi.
Bütün bunlar ve daha da fazlası, şimdiki gençlere bir şey ifade etmiyor olabilir, ancak o karanlık günlerde yaşadığımız olaylar, bizim nesil üzerinde bir travma yarattığı ve bunu yıllarca üzerimizden atamadığımız kesindir. Bu olaylardan dolayı, hayatını kaybeden, askeri kışlalara götürülen ve günlerce orada kalan, sakatlan, fişlenip sonrasında devletle ilgili hiçbir işe giremeyen, hatta askerlik hizmetini “Sakıncalı” olarak yapan arkadaşlarımız oldu.
1980 yılının eylül ayında yapılan askeri darbe ile bu olaylar azaldı ve başka bir baskı başladı. Gece saat 24:00 ile 05:00 arası sokağa çıkma yasağı, geceleri evlere düzenlenen baskınlar, aramalar, fişlemeler…
Yaşanan o karanlık dönemi burada 2-3 paragrafta anlatmam mümkün değil. Gençler bunları anlayamayabilir. Ama bu dönemde çocuklarını kaybeden aileler, gözaltında kalanlar, saldırılara uğrayanlar, dağılan yuvalar, sürgüne gönderilenler bu dönemin acılarını yaşadılar ve onlar böyle bir dönemin acılarla dolu olduğunu bilirler. Yine bu dönemi yaşayanların en büyük korkusu, böyle bir kâbusun geri gelmesidir. Üstelik o dönemdeki olanaklar ve güçler sınırlı olduğundan, yaşanabilecek sıkıntılar da sınırlıydı.
Oysa bugün tahmin bile edemeyeceğimiz teknolojilerle, silahlarla ve canlı bombalarla nereden neyin gelebileceğini kestirmek mümkün değil. SMS’ler ya da e-postalarla gelen mesajlarda “Kalabalık yerlere gitmeyin, metrolara binmeyin ya da bomba yüklü araçların plakaları şunlar…” gibi haberler topluma korku salmakta ve huzursuz etmektedir. Dün annem beni aradı ve 35 yıl sonra yine aynı cümleleri kurarak “Aman oğlum kalabalık yerlere girmeyin, dikkatli olun” dedi…
Her gün gelen saldırı ve şehit haberleri moralleri bozmaktadır. Her yerde aynı soru “Ne olacak bu memleketin durumu?” Terör odaklarının istedikleri zaten bu değil mi? Halkı korkutmak ve sindirmek. Ölümü göstererek, vereme razı etmek… Sonra istediklerini koparmak!
Pazar Pazar moralinizi bozduğum için kusura bakmayın, normalde böyle şeyler yazmıyorum, ama şehit haberleri karşısında duyarsız kalmam mümkün değil. Ülkemizin geleceği ile ilgili endişe taşıyan sadece ben değilim. Yazdıklarımı anlayacak ve “Karanlık günlerin” geri gelmesini istemeyenlerin olduğunu ve bunların azınlıkta olmadığını biliyorum.
İyi Pazarlar…
2015/81